ACILARIMIZDAN KAHKAHA ÇIKARAN USTAYA
Dünya edebiyatının şaheserleri; hırslarının, ihtiraslarının esiri olmuş, eşyanın ve paranın kölesi olup insanlıktan çıkmışları insan kalmaya çağırır.
Hepsi birer ayna olan bu eserler insanoğlu yüzüne tutsun da yüzünüdeki çarpıklığı görsün diye yazılmışlardır.
Gogol' ün "Yüzünüz çarpıksa aynalara kızmayın" sözü bu yüzden çok değerlidir.
Levent Kırca zekasını , bilgisini , yeteğini kullanarak toplumsal yapımızın türlü çarpıklıklarını hayatın aynasından kara mizah yoluyla bizlere yansıttı sahneden ,ekrandan fırsat buldukça da perdeden.
Onun mizahı "kara" ydı çünkü Levent Kırca mizahının özünde toplumsal çarpıklığımızdan kaynaklanan acılarımız vardır.Onun mizahında acıyla kahkaha kol kola olduğu için bizi hep acı acı güldürümüştür..
Aynı zamanda onun mizahı güldürüp ferahlattığı gibi hayatın yükü altında ezilen insanlara yaşama sevinci veren, umut aşılayan bir mizahtı.
Çünkü onun için mizah "zayıfın güçlüye karşı kullandığı bir kalkandı."
Evcil olmayan mizahının dili elbetteki sivriydi
Tutmasını bilirdi ama dilinin kemiği yoktu.
Arada bir zülfü yare dokundu , tam yerine rast geldi manzara koydu!
Eh olacak o kadar!
Sanatçıları halkın gözünde değerli kılan şey bence hayata bir anlam katmalarıdır….Biz onları kaybettiğimizde hayatımız da anlamından çok şey kaybeder.
Levent Kırca, benim çocukluğuma çok anlam katmıştı.
Siyah beyaz televizyonumuzun önüne dizlerimin üstüne çökerek onun oynadığı OYUN TRENİ' ni beklerdim.
Tren makinistleri ALİ ile VELİ'nin hallerine çok gülerdim.OYUN TRENİ'ni iple çekerdim.
Sonra takip etmeye başladım Levent Kırca'yı.SİZ OLSAYDINIZ NE YAPARDINIZ? SAĞLIK OLSUN, BU YARIŞ BAŞKA YARIŞ programlarında da ona bol bol gülmüşümdür.
Sonra OLACAK O KADAR onun komedi dalında ne kadar büyük bir usta olduğunu kanıtladığı program oldu.
Ben komediyi onunla sevdim.Çocukluğumda, gençliğimde, olgunluğumda beni hep güldürdü Levent Kırca.
Kaşlarını , gözlerini, sesini işin içine bıyıklarını da katarak benzersiz tiplemeler oynadı.Bir mimik ustasıydı.
Oynadığınız tiplemelerin sıcaklığını buzlu camdan evlerin salonlarına kadar yansıtmak çok zordur.Tiyatrodaki gibi değil ki , sahnede bir rol oynarsın seyircinin tepkisini hemen alırsın.Alkışladı mı güldü mü anlarsın ki oynadığın oyun tuttu.Televizyonda ertesi günü bekleyip nabzi sonradan tutarsınız.Güç olan bu iş Levent Kırca için güç değildi.O kendinden emindi.Çünkü halkını çok iyi tanırdı..İnsan doğasını ve anotomisini iyi bilirdi.Yaptığı makyajdan bu açıkça anlaşılırdı.
Toplumsal hayatımızın çarpıklıklarını öyle büyük bir ustalıkla bulup ortaya çıkarıyordu ki, oynadığı olayın bir benzerini biz yaşadığımızda *Tam Levent Kıcalık* demeye başlamıştık…
Onun mayasında doğasında vardı komedyenlik.Sanki dünyaya bu iş için gönderilmiş gibiydi.
Biz onu kaybederek geleneksel tiyatromuzun Kavuklusunu kaybettik.
Biz onu kaybederek gölge oyunumuzun Karagöz'ünü kaybettik.
Nasreddin Hoca' dan, İncili Çavuş'tan,Bekri Mustafa' dan, Kel Hasan'dan, Naşidden, Dümbüllü'den beslenen Halk Tiyatrosu geleneğinin belki de son halkasıydı.
Onun için elbetteki bir gül bahçesi değildi hayat.
Hayatın karşısına çıkardığı güçlüklerle savaşmasını engelleri aşmasını bildi.
Kadıköy' de yeni bir salon açmıştı.
Sezonun bitmesine aldırmadan Temmuz'un, Ağustos' un sıcağında salonunu tanıtmak tiyatrosunu ayakta tutmak için perdesini hep açık tuttu.
Tam yeni sezonda mücadelesinin meyvesini toplayacakken kaybettik onu.
Tiyatromuzun onuncu yılında oyun dergimize bizi onore eden bir yazı yazması bizleri çok mutlu etmişti.
Güzel bir hatıra olarak saklayacağım o yazıyı.
Yaşadığımız fırtınalı günler de Levent Kırca mizahı bizim için bir liman olmuştu!
O limanda gülerek sorgulamıştık hayatı.
Onunla birlikte toplumumuzu ve kendimizi tanımıştık
kahkaha atarak hissetmiştik
kahkaha atarak düşünmüştük
mutlu olmuştuk.
Bizi mutlu ederek
mutlu olmuştu.
Sen, şu suratı asık karanlık dünyada
adın her aklımıza geldiğinde
yüzümüze yayılan gülümsemelerde
hep bizimle olacak
yanan her ışıkta
açılan her perdede
yaşamaya devam edeceksin
Levent Kırca.
Ali ERDOĞAN
KABARE DEV AYNASI
Sevgili sanatçı kardeşim Ali Erdoğan;
Tansu BELE
Size “sanatçı kardeşim” diyerek seslenmemi yadırgamazsınız umarım. Gerek yaşça sizden çok büyük olmam (72 yaşıma girdim) gerekse her ikimizin de sanata bakışaçılarımız –özellikle de tiyatro sanatı- açısından aynı “aile”den olmamız nedeniyle size böyle seslenmeyi uygun buldum.
Berfin Bahar dergisindeki, Levent Kırca ustamızla ilgili yazınızı okurken yıllar yıllar öncesine gitti anılarım… Bana tiyatroyu ilk kez tanıtıp çok sevdiren İsmail Dümbüllü ustamızı düşünmeye başladım. Henüz 6-7 yaşlarındaydım onu Sarıyer Beyazpark Gazinosu’nun halka açık sahnesinde izlemeye başladığımda… Tiyatronun “Ne?” olduğunu ilk kez Dümbüllü usta anlattı bana.. Daha doğrusu tiyatronun, bir “anlatı sanatı” olduğunu… Bana beni anlatan… Bana beni gösteren… Yüzüme bir ayna tutan ve “İşte sen busun!” diyen… İnsanı insana tanıtan bir sanat olduğunu ben ondan öğrendim. Ama zaten sanatın anlamının “BU” olduğunu da çok sonraları öğrenecektim… Sonrası yaşamım boyu pekçok tiyatro oyunu izledim: 50’li, 60’lı, hatta 70’li o yıllar, ülkede ve özellikle de İstanbul’da tiyatro sanatının şahlandığı yıllardı, gerek Şehir Tiyatrolarıyla gerekse özelleriyle, dahası birbirinden değerli yerli oyun yazarlarımızla, tiyatrolarımız altın çağını yaşıyorlardı. Aynı zamanda bol ve ucuzdu tiyatrolar: Bugünkü gibi Kaf Dağı’nın ardına çekilmemişlerdi toplum için…
Hemen her hafta tiyatro izlerdik, hatta opera ve konserler çok sıktı. Ama ben, ilk ustam Dümbüllü’den aldığım ilk tadı daha sonra çok az tiyatrocuda bulabildim: Bende iz bırakanlar yalnızca Şarlo, (ki çok büyük bir tiyatro oyuncusudur), L. Olivier, Behzat Butak, Muhsin Ertuğrul, Muammer Karaca, Bedia Muvahhit, Engin Cezzar, Münir Özkul ve Levent Kırca’dır. Oyunlara gelince, oyunculardan daha çok: Shakespeare, Commediadell’arte, Çehov , Haldun Taner, Güngör Dilmen , Brecht oyunları ve bir de, Ortaçağ sokak tiyatrocuları (harlequin’ler); ki onlar bizim tuluat/ortaoyunu tiyatromuza denktir… Ayrıca metinsiz oynayan sokak tiyatrocularıyla tuluatçıların (kahvelerde oynarlarmış) tiyatro sanatının en özgün kaynağı olduğunu düşünüyorum. Kanımca Shakespeare’in de asıl kaynağı sokak tiyatrosudur.
Ben tiyatronun- yukarda da belirttiğim gibi- “BENİM İÇİN”, yani “izleyen toplum” için olduğuna her zaman inandım. Buna karşılık eğer sahnedeki oyuncu bana “beni” değil de, kendi “ben”ini/ustalığını oynarsa bu benim canımı sıkar. Oyuncu dediğin kendi benliğini silip, bendeki (toplumsal/ toplumdaki) ben’leri oynuyorsa, eyvallah! Yokben’liğinin ustalığını sergilemek peşindeyse hadi bana yine eyvallah! Sahnede ben kendimi değil de oyuncuyu görüyorsam, olmadı bu iş, derim.
İşte Levent Kırca, bana göre toplumundaki “ben”leri ustaca yakalayıp “oynayabilen: Onlarla oyun oynayabilen!” oyuncuydu. Tıpkı bir kukla oynatıcısı gibi…Tiyatronun gerçek amacını çok iyi kavramıştı ve bu kavrayışın son temsilcisiydi o. Bu tutumuyla da elbette toplumun “ben-ben”lerini kızdırması kaçınılmazdı. Çünkü “benliği” yüzüne vurulan, önce gülse de sonra elbette kızacaktır, hele bu kişi, “ben-ben-ben”se! Ve yalnızca kocaman bir “BEN”se! Gülünesi olduğunu hiç kabul eder mi? Asla!
Evet; Levent Kırca’nın harcanması da kaçınılmazdı: Tıpkı Osmanlı kahvelerindeki Ortaoyuncuların yasaklanışı gibi… Çünkü tiyatro sanatının yaptığı, sosyal/siyasal bir hayvan olan insanın içindeki “ben”lerine ayna tutmaksa, bu yüzden siyasete bulaşmaması da kaçınılmazdır! Dolayısıyla bu “benlik hayvanı”nın gülünesi şeyler yaptığının da aynaya düşmemesi… Başka deyişle yalnızca “ben”ini düşünen ve “başkaları”na dayatan “benlik”in gülünç olmaması mümkün müdür? Kendisini “ötekileştirmeyen benlik” nasıl gülünç olduğunu görebilir mi, kabul edebilir mi? Ama “kendini ötekileştirme/ başkası olabilme” sanatı olan tiyatro, “kendisinden başkası olamayan benlik”in gülünçlüğünü öyle bir sergiler ki… O “ben-ben”ciye öyle bir ayna tutar ki… Tuttuğu aynayla da O, hem Kral Lear’ın soytarısıdır hem de değildir: Çünkü aynasının gülünç yüzünde krala alkış yoktur!
Evet; “çarpık yüzlere ayna tutan” son büyük ustamız Levent Kırca için bu satırları neden size yazdığıma gelince…
Sevgili sanatçı kardeşim Ali Erdoğan; yazınızda Levent Kırca’nın çocukluğunuza çok anlam kattığını vurguluyorsunuz. Tıpkı benim çocukluğumu yoğuran İsmail Dümbüllü gibi… Ben tiyatrocu değilim ancak siz sahne insanısınız; oyunculuğunuz ve oyun yazarlığınızla… Sizi sahnede epey izledim ve tiyatro sanatının her şeyden önce “toplumcu gerçekçi” bir sanat dalı olduğunu damarından kavradığınıza tanık oldum. Yalnız tiyatronun değil tüm sanatların “toplum ve insan için” olduğunu unutmadan, sizin şimdilerde siyaset eliyle yerden yere vurulan ve yerlerde sürünen “toplumculuk” bayrağını, Levent Kırca’nın bıraktığı noktadan alacağınızı umut ediyorum, umutla bekliyorum. Çünkü yalnız sanat adına değil tüm toplumlar ve insanlık adına susturulmaya çalışılan “toplumculuk”; kısacası bizim Atatürk’çe“ Halkçılık-devrimcilik- devletçilik- ulusçuluk- laiklik-cumhuriyetçilik” diye tanımladığımız Fransız devrim ilkeleri, kendilerine yeniden sahip çıkacak sanatçılara kavuşmayı bekliyor…
İnsan ve insanlık adına toplumları uyandıracak olanlar, herkesten önce gerçek sanatçılardır; onlar, Sokrates’in deyimiyle “at sineği”dirler, atın silkinip gözlerini açmasını sağlayan… Bu açıdan size de, hele Levent Kırca gibi gerçek sanatçılarımızı bir bir yitirirken tüm sanatçılarımızla birlikte büyük görev düştüğüne inanıyorum. Sizin bu görevi içtenlikle yerine getirip üstlenebildiğinize de… Levent Kırca gibi toplumcu sanatçılarımızın, tiyatromuzu içine sokulduğu dar boğazdan çıkaracaklarına yürekten inanıyorum. Levent Kırca geçmiş ustalarından devraldığı bu görevi hakkıyla yerine getirdi. Şimdi sıra sizde, sizlerde… Dostlukla kalın; “toplumcu gerçekçi” sanat kulvarlarında, hepimiz elele…
Ali Erdoğan – Tansu Bele