AKILLA BOĞAZ BOĞAZA

AKILLA   BOĞAZ   BOĞAZA

     Nerde kalmıştım? Ha, evet. Düşünmenin ne işe yaradığında: Sahi, ne işimize yarar düşünmek? Dün gece yarısından beri, yani dalıp gittiğim uykumdan birden sıçrayarak  uyanıp da karanlığın suskusu içinde çevreme bakınıp duvarda oynaşan gölgeleri izlemeye koyulduğumdan bu yana yakamı bırakmıyor düşünmek üzerine düşünmek. Gözkapaklarım açılıp da kapalı perdelerin arkasından odaya yansıyan hafif, soluk ışık yansımalarına baka baka, “yoksa Platon’un mağarasında mıyım?” diyerek gülmeye başladığımdan bu yana şuradan buradan, atlaya sıçraya çakıyor beynimde, düşünmek! Düşünme kıvılcımları… Ben bunlara kıvılcım diyorum; çünkü beynimin karanlık kıvrımlarında oynaşan küçük küçük şimşeklere benziyorlar, en azından ben böyle görüyorum onları, imgegücümün denizi içinde… Yoksa bunlar mı yaratıyor düşünmeyi? Kimyasal bir tepkime mi bu? Dahası, düşünme var mı? O da imgelerim gibi bir düş görme oyunu mu? Düş görme… Düşünme kıvılcımları, çakan şimşekler, yalnızca düş görmekden başka bir şey değil mi? O zaman dışımızda gördüğümüz, dokunduğumuz, kokladığımız her şey, dış dünya da yalnızca bir düş mü? Öyleyse düşünmek ne? Düş görmenin ikiz kardeşi mi? Ya var olmak nedir? Düşünmek yani düşlemek mi? Varlık ve yokluk; olmak ya da olmamak! Haydi canım sen de. Yok böyle bir şey. Ama tüm dinler ve felsefeler var diyor; yani neymiş var olan? Varlık! İnsan! Bu da kimilerine göre düşünmekle değil sezgiyle kavranabilirmiş: Gerçeğin varolduğunu sezgiyle anlarmışız, düşünmekle değil. Sezgimiz bizi Tanrı’ya götürüyormuş, o da var olan tek gerçekmiş! Peki, akıl ne diyor? Akıl, yani düşünmek? Olmak ya da olmamak üzerine ne çok düşündü düşünmek; şimdi işini yeniden sezgiye mi bırakacak? Düşünmekten önce sezgi vardı, düşünmekten sonra da o olacak!

     Pöh! Sezgi dediğimiz de bir çeşit düşünmek işi değil mi sanki? O da insana özgü bir düş gücü! Tanrı’ymış tek gerçek! Nereden biliyorum? Elimde somut kanıtım var mı? Sezgisel düşlerim var yalnızca. Sezgilerim yaratmasa Tanrı’yı, nerden bileceğim? Ermişliğe ulaşmak; yani şimdilerde evrenin yeni adı olan “kozmik enerji ağı”na girmek, hani o kata yükselmek de diyorlar ya, bu da insanın düş ya da düşünme gücünün bir uydurması olmasın sakın? Çevresinde gördüğü, insanı sarıp sarmalayan bütün gerçekler gibi! Bu da bir düş görmek değil mi? Beynin bir başka kimyasal oyunu!  

     Öyleyse nedir şu çevremizde var edip durduklarımız, dünya üzerinde yapıp ettiklerimiz,  “yarattıklarımız”, köprüler, barajlar, evler, saraylar, resimler, heykeller, yazı, aygıtlar,

makineler, robotlar, nanoteknoloji… Her türlü araç gereç! Bunları insan, daha doğrusu insanın düşünmesi yaratmadı mı? Var mı bütün bunlar şimdi? “Düşünüyorum öyleyse varım”. Aman, boş ver . Düşünüyorum da ne oluyor? Her şey tersine gidiyor. İnsan düşüncesinin yarattığı her şey için insanla insan arasında kavga çıkıyor. Düşüncenin somut ürünleri, yaratıları, meyveleri insanın insanla birbirini yemesini sağlarken öte yandan doğal dünyayı batırıyor. Elbette insanı da, dünyayla birlikte! Bilim, bilim dediği, ne işine yaradı ki şu insanın? Yararlının yanında zararlıyı da yaratmaktan başka? Dünyayı yok edecek bombalar üretmekten başka? Yararlılar da pek bir işe yaradı sanki. Örneğin adalet, hukuk, siyaset dediklerimiz gerçekte nedir? İnsanın insanı tepelemesinden, insanın insan üzerinde egemenlik kurmasından öte ne anlamı oldu bunların? Sömürü, can alma, yok etme hırsı, kullanma, despotluk, iktidar aracı olmadı mı bunlar? İşte aslında bunları yarattı düşünce gücü, insanın insanı yok etmesine yol açan! Haydi canım sen de. Dahası insanların da tümü düşünmüyor ki. Yalnızca küçük bir bölümü düşünüyor ve düşündüklerini, yapıp ettiklerini başka insanlara dayatıyor. Aklın yolu budur diye diye… Geçmişte dinin yoluydu uyulması gereken, şimdilerde aklın yolu! Ama hangi aklın yolu? Devleti kuruyor düşünce, yönetenin yönetilenleri sömürmesi için. Fabrikalar kuruyor insanın insanı çalıştırıp sömürmesi için. Toplum düzeni kuruyor, insanın insanı köleleştirmesi için. Adalet, hukuk diyor, suçluyu önce yaratıp sonra cezalandırmak için. Parayı icat ediyor, insanları “havuç peşinde koşan tavşan”a döndürüp budala yerine koymak ve yaşamı büsbütün anlamsızlaştırmak için. Yazıyı buluyor, zamanı durdurup, yaşamı tarihleştirsin ve içinde yok olsun da gününü unutsun diye. Yaşanan saptanıp da tarih oldu mu gerçeğin yerine geçsin diye. Otomobili, kaloriferi yapıyor, doğanın yüreğini deşip karakanını akıtmak için, yeryağ (petrol), doğalgaz uğruna insanları köleleştirmek ya da yok etmek için! Enerji ve aydınlatmak için yarattığı nükleerle insanlığın mezarını hazırlıyor. Sanatı yaratıyor, Tanrı’ya öykünmek için. Tıp, matematik, fizik, astronomi ve bütün bilimlerle kurulan sanayi gücü, teknolojik aygıtlar hangi kapıya çıkıyor? İnsanın sonsuza dek var olup ölümden kurtulma hayaline derken… Doğanın yıkımına! Sanal yaşamın yarattığı mutluluk düzenine derken dünyayı yok etmeye!

    Pöh! Düş düştür, düşünce hiçbir zaman düşün yerine geçip de gerçeği yakalayamaz. O yalnızca icat ettiği gerçeklerin peşinden koşar. Tanrı’yı da varsayan düştür düş!  “Düşünüyorum öyleyse varım” mı demiş filozof Descartes? Öyleyse halletmiş. Düşünmek, düşünceden düşünceye, biçimden biçime geçip evirildikçe, dönüştükçe, neyi var kılmış? Efendim, dönüşüm varlığın şanındanmış da, değişim varlığın asıl gerçeğiymiş de… Geçin efendim geçin, insan düşüncesi, hep kalıcı olanın, hiç değişmeyenin peşinde değil mi sanki Varolluğunu varsaydığından, düşündüğünden beri milyonlarca yıldır? Bu da, sürekli değişmeyen, değişmeyecek varlığı yani Tanrı’yı aramasından, onun varlığını kanıtlamaya çalışmasından, dahası ona kavuşacağına, çünkü onun parçası, yansıması olduğuna inanıp bu düşün peşinden koşmasından belli değil mi? İnsanın tek ölümsüz düşü ve düşüncesi var o da &ouml
;lümlülüğünü yenmek. Tanrı’yı da bu yüzden icat etmiş besbelli. Doğada her şeyin öldüğünü görmüş insanoğlu, kendisinin de! Buna karşılık “Evrenin sessizliği beni korkutuyor” demiş Pascal, bu yüzden bir Tanrı olmalı… Ne için? Yalnızlıktan kurtulmak amacıyla konuşmak için mi? “Evrende hiçbir şey yok olmaz, biçim değiştirir yalnızca” demiş Lavoisier; Herakleitos’tan özenerek;  peki, onun deyimiyle evren bir “devr-i daim/ sonsuz döngü makinesi” ise, neden kötülük de iyiliğe dönüşmüyor? Haydi akıl; doğanın bütün gizlerini çözdün, bunu da çözsene! Neden kötülüğü iyiliğe çevirmeye gücün yetmiyor? Şimdi kalkıp da, “kötülük iyilikten hızlı koşar” deme bana Sokrates gibi; sen ki, ölümle dans ederken artık öldürmekten zevk almaya başlayan Karındeşen Jack’a dönüşensin! Sen ki, toprağın dölyatağını robot-makinelerinle deşip kara kanını (yeryağını) süzerken göbek atan kapitaliste dönüşmüşsün! Neden kötülüğün iyiliğe dönüşmesini sağlayamıyorsun? Konuş, seni adi… Bunca icadın varken, kötülüğün pençesini neden koparıp atamıyorsun, silemiyorsun benliğinin derinliklerinden? İşine mi gelmiyor yoksa seni Tanrı adisi… Tanrı’ya, doğaya karşı yarattıklarını, doğayı alt etmek için ürettiklerini biraz da şu körolası bencil benliğini düzeltmek için kullansana! 

     Nerde kalmıştım? Evet evet: Ah ölüm, sen de olmasan anlamayacağım yaşadığımı. Yaşamak için, bunca çabalamayacağım. Başım böylesine düşünmekten çatlamayacak. Yaşamak, ah ah, daha fazla, daha da çok yaşamak. Bu düş bitmesin ne olur. Aç kalayım, sürüneyim, yeter ki ölmeyeyim(!). Dualar adaklar da yetmez, aklımı, ruhumu, yüreğimi vereyim sana(!).  Hah! Bunun tek yolu aşkla, inançla Tanrı’ya ermekse, ermişi oynayayım seve seve, bu yolda öleyim, ama ille de ve yeter ki ölümsüz olayım. Akıl, sen çık aradan! Dahası düşüne düşüne yarattığın bir sürü ıvır zıvırla insanı insana köle etmekten başka ne işe yaradın sen? Seni gidi; hukuk dedin, yasa dedin, kurallar dedin, din dedin, felsefe dedin,  demokrasi dedin, devlet dedin, toplum dedin, birey dedin, ideoloji dedin, özgürlük dedin bağladın beni. Yönetimine alıp sömürdün, çalıştırdın, ekmeğimi elimden aldın. Tanrı rolüne soyunup yönettin beni, inandırdın, öldürdün. Seni gidi faşist seni! Pis diktatör akıl! Toplumsal adaletin, sosyal devletin, toplumsal güvencen, ulusallığın ve düşüncemin son durağı sosyalizmin bu mu? Çağlar boyu monarşist, feodal, totaliter, emperyalist, kapitalist, bir sağa bir sola oynayan liberalist sömürü düzenini, düşünmek diye burnuma dayatan akıl, çık aradan! Düşüncemin bilimsel düşlerini gerçeğe dönüştürdüğünü bana kanıtlaya kanıtlaya, “eşitliğe, kardeşliğe ve bilimsel sosyalizme götürüyorum seni!” çığlıklarıyla beni küresel sömürü düzeninin fırıldağı yapan akıl, sokak ortasında kurşunlatan, hapislere tıktıran, bombalarla parçalatan akıl! Şimdi “MOBESE” kameralarınla “Büyük Birader” e çevirip gözetleme kulesine döndürdüğün dünyanı al da başına çal! Bilgisayarınla, uydularınla, alıcıvericilerinle, çiplerinle, robotlarınla, yapay insanlarınla, yok bilmem nelerinle defol. Nedir bunlar, düşünmek adına icat ettiğin bunca şey, beni yaşamak adına mutlu kılıyor mu? Kıldı mı? Açların gözbebekleri doydu mu? Sen nesin, ne işime yarıyorsun ey akıl? Çıkarın için savaşmaktan başka? Bırak artık bana gösterip durduğun bencilliğin, çıkarcılığın, benbenciliğin, kıskançlığın, hırsların, çekememezliklerin, ötekini aşağılamanın, açgözlülüklerin, parasal doyumsuzlukların, büyüklenmenin, kendi aklını en üstün görmenin, kendini beğenmişliğin, kendini en üstün kılmanın, çıkarcılığın, köşedönmeciliğin yollarını öğretip durmayı. Her şeyi sen biliyorsun, bilgiçlik taslayacağım diye geberiyorsun. Bilmeyeni eziyorsun. Aptal deyip sömürüyorsun. Akıl budalası liberal! Düş aptalı Donkişot! Despot musun nesin sen? Biraz da alçakgönüllü olmayı denesene. Kardeşliği, sevgiyi, bölüşmeyi, açları doyurmayı, hakkını alamayanı savunmayı, ezileni sahiplenmeyi, yoksulu korumayı,  başkalarına ve ötekine saygıyı… Bunların yollarında gezdirsene şu aklını… Kendini beyin denilen nesnenin demir parmaklıkları arkasına kilitleyeceğine… Paranla, katınla, arabanla, bilgisayarınla, buzdolabınla, kan lekeli altın takılarınla, kan lekeli kürklerinle, ırzına geçtiğin can kardeşlerinle, bankalarınla, uçaklarınla, gökdelenlerinle, yeryağ kuyularınla, uzay gemilerinle, atom bombalarınla, nükleer santralarınla,  bilgi üstüne bilginle ve yok bilmem daha da ne akıl ürünü cicilerinle övüneceğine, eksikli olan yanını bütünlemeyi denesene! “Suç”u ve “suçlu”yu kaldırsana yeryüzünden!

      Oysa özgür yaşamak istiyorum ben; dünyayı solumak, yaşamsal, doğal olana, yaşama duyduğum aşkı, sevdayı yüreğime çekmek, suyu arı pınarlarından, havayı dağların duru doruklarından, ateşi kaynağından, hayvanları, bitkileri topraktan görüp, bilmek, dokunmak, yaşamak! Ey gece; kaldır karanlık örtünü üzerimden, ben ışığı, güneşi görmek istiyorum, yaşamın sıcaklığının tenimde dolaştığını duyumsamak… Ey akıl; ne olursun kesme artık yolumu. Paran da, ticaretin de, ekonomin de, beton yığınların da, altın koltukların da, altın oturakların da, nükleer gücün de senin olsun, tapındırma beni her çağda akıl adına karşıma çıkardığın yeni tanrılarına! Yıkmak istiyorum senin bu ürkünç gücünü; kurduğun bütün devletleri, kukla ve yapay toplumsal düzenleri, bomboş dinsel öğretileri, saçmasapan tarikatları, hapishaneleri, bilimleri, sanatları, tarih kitaplarını… Tarih olmuş, geçmiş olmuş, anı derleyicisi olmuş tüm kitaplarını, iki gözü iki çeşme ağlamaklı şiirlerini ve şarkılarını, turşu kavanozuna benzeyen bilgi toplayıcısı, sanal cennetlik bilgisayarlarını, kayıtaygıtı gözcü gardiyanlarını, yıkmak yıkmak yıkmak! Açım ben açım, milyonlarca aç mideye dönüşmüşüm Afrika’da, susuz, çulsuz, karanlıktayım. Çocuğumu acısız büyütmek istiyorum. Ne işime yarıyor senin uygarlığın?  Karnımı doyuruyor mu? Hastalığımı iyi ediyor mu? Barındırıyor mu yumuşak döşeklerde zavallı bedenimi? Milyonlarcayım ben milyonlarca! Bir zamanlar uygarlıkların sıralandığı, bugünün aç Afrika’sında sürünüyorum, ç
öle dönmüş ve ormanı, suyu kurumuş, hayvanları yok olmuş toprağımın, yerküremin üzerinde! Sırada Avrupa, Asya ve Amerika var, yani avuçlarımın içinden gelip geçecek olan yeni dünyalar! Onlar da bir gün kuruyup yok olacaklar, onca güvendikleri akıllarının utkularına karşın! Akıl yazacak defterlerine, ölüm fermanını! Orta Asya’nın kuruyan iç denizi için, “yok öyle bir şey” diyor bilim adamları bugün bana; okyanusların bile gün gelip kuruyabileceğini hiç düşünmeden! Kim bilir, belki de uyutuyorlar beni; dünyam tümüyle Mars’a dönüşüp çölleşmeden önce uzay gemilerine atlayıp başka gezegenlere kaçabilmek, canlarını kurtarabilmek için! Ey akıl; dinlerin yerini alan bilimlerinle yoksa sen sonunda yalnızca buna mı yarayacaksın, söyle bana? Ey kuşku çağı, aklından zorun mu var artık? Git başımdan, seni taşıyamıyorum. “Düşünüyorum öyleyse yokum” dedirtme bana şu gecenin ortasında… Yok olun beton duvarlarda yansıyan gölgeler, yıkıl Platon’un mağarası; senden sonsuzluk  düşü de istemiyorum artık. Çünkü aklıma sen soktun onu!  Tanrı’nın sonsuzluğunu… Tanrı olmak istemiyorum ben! Böylesine acımasız ve yıkıcı bir tanrı olmak!!

     Doğaya dönmek istiyorum yalnızca; yaşadığım sürece ormana, ağaçlara, denize, gökyüzüne, yıldızlara, yırtıcı hayvanlara, dev bitkilere, toprağa! Bir kez geldiğim, bir kezliğine gördüğüm şu düşle doyasıya, son bir kez olsun kucaklaşmak istiyorum. Toprağın kokusunu ciğerlerime çekmek, yabanıl hayvanlarla kucaklaşmak, dağları okşamak, doruklarda kar kümelerine karışıp erimek, denizlere dokunmak, bulutların arasında koşmak, rüzgârla savrulan toz taneciğine dönüşmek, yapraklarla konuşmak istiyorum. Ey akıl; kurduğun şu yapay ve sanal dünyanla daha fazla koparma doğa düşümden beni. Yeter ölümle korkuttuğun; doğadan korkmayacağım bundan böyle. O da bir düşmüş, beni önce var edip sonra yok eden bir düş… Olsun! Verdiği tüm bu düşlerimi alsın geri, ziyan yok. Kurda kuşa yem mi olacağım cangılında doğanın, olayım. Canım feda olsun. Şaman olayım Şaman! Yeter ki çıkar bu beton kutulardan, sanal dünyandan beni, kurtar nükleer santralarından ne olur. Soluklanamıyorum bu dört duvar arasında; sanki beton kutularda bulamayacak mı ölüm beni, depremler yıkamayacak mı başıma beton devlerini? Kent üstüne sanal kentlerini? Klonlanmış bebeklerini, hayvanlarını? Kurduğun sanal ağ şebekelerini, uydularını, ışınlanmalarını, falanını filanını?  Doğadan ne yapsam kaçabilecek miyim?  Mars’a ışınlasan da beni… Evren kara delik olup beni de, seni de yutacak. Yutmayacak mı? Ey akıl! Nasıl yeteceksin doğanın yıkıcı gücüne, nasıl ulaşacak-sın ona? Onu yok ederek mi? Yerine sanal dünyanı geçirebilecek misin? Düş dünyanı! Oysa en gerçek düşüm o benim, yani doğa! Gördüğüm en güzel düşüm! Onu da yok etmekle korkutarak, girme aramıza ne olur. Düşüm bir gün kendiliğinden bitmeyecek mi? Doğa sona erdirmeyecek mi onu? Sonsuza dek doğasız yaşayabilir miyim? Düşüm olmadan… Doğa olmadan! Sanallığın cehenneminde! Yeter; okyanus dev bir ölüm makinesiymiş, varsın Varolsun. Senin makinelerinin öldürücülüğü yanında yaya kalır o. Ey aklım! Dev okyanusun yok edici gücü deniz canavarı Moby Dick bile senin kadar korkutamıyor artık beni. Doğa ve deniz canavarıyla başa çıkman ne işime yaradı? Sözde kötülükle savaşıyordun; tanrısal kötülükle, doğanın öldürücü gücüyle, iyiliği bana verebildin mi? Seni sanal kahraman… İyilik uğruna ölü-yorum ben deyip de sömürünün batağına gömülen kahraman! Seni yalancı! Amacın iyilik, güzellik masallarıyla beni avutup canımı tüketmekti değil mi? Öldürdün beni, öldürüyorsun! Da-hası, ölmemek için öldürdüğünü söyleye söyleye! Seni kahraman bozuntusu ölüm makinesi! Ölümün titrettiği ve işte bu yüzden öldüren Hamlet! Korkak, hasta ve kahraman… Öldürdüğü için kahraman olan! Haydi! Kötülüğü iyiliğe çevir, varsa gerçekten gücün!  

        Ölüm… Aklımın yolunu kesme, onu kandırma ne olur. Ben ölümsüz olmak da istemiyorum. Kurtar yaşamak adına karşıma dikilen dinlerden, bilimlerden, siyasetten, devletten, felsefeden beni. Kurtar bu duvarlardan. Yalnızca doğmak, yaşamak ve ölmek. Bir somun ekmeği insan kardeşlerimle bir arada, eşitçe bölüşmek. Bütün açları doyurmak. Bu kadarı yeter bana. 

     Nerde kalmıştım? Sabah olunca odam aydınlanacak mı? Sabah olunca… Aklım ne yapacak, nereye gidecek? Doğaya mı? Mağaradan çıkıp… Platon’un mağarasından! Yeniden, yeni baştan! Sabah olacak mı? Sabah olunca… Sabah olunca…Yeniden, yeni baştan! İyilik kötülüğün önüne  geçene dek!                                                                  

TANSU BELE
Ocak 2011
 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir