ATATÜRK ÜN MİRASI VE EDEBİYATIMIZ

ATATÜRK’ÜN   MİRASI VE EDEBİYATIMIZ

      Atatürk’ün bize bıraktığı en önemli mirası, düşünceleridir. Elbette miras deyince akla, kurucusu olduğu Türk Tarih Kurumuna, Türk Dil Kurumuna bıraktığı parasal varlığı da gelebilir ya da en değerli mirasının cumhuriyetimiz olduğu düşünülebilir. Bunlar doğrudur ancak Atatürk’ün bize bıraktığı düşünce varlığı, tümünden önemlidir. Çünkü Atatürk’ün çok yönlü kişilik yapısının (dehasının) en önemli parçası, onun bir “düşünür” olmasıdır. Ayrıca bu özelliği, onun tüm kişiliğini kuran ve yönlendiren bir yapıdadır. O bir “kurgu ustası”dır. Yani bir “düşünce mimarı, teorisyeni”dir, ancak yine O, düşüncelerini eyleme dönüştürme gücüne sahip eşsiz bir “pratisyen”dir de… Diyebilirim ki Atatürk,  toplumbilim, siyaset felsefesi gibi düşünce alanlarımızdaki tartışmalı boşlukları tek başına aşmış, ayrıca dil, din, estetik (sanat) gibi felsefi alanlarımıza da yine tek başına ışık tutmuştur. Kanımca Atatürk, toplum açısından tıkanmış olan çağdaş felsefemizin (düşünce yapımızın) yolunu açmış olan bir düşünürdür. Bizleri; birey olarak da toplum olarak da varoluşumuz üzerine düşünmeye yönlendiren bir yol göstericidir. Bence O, asker olmasaydı bir filozof olurdu, toplumsal yapıyı yeniden “kuracak” bir filozof… Acaba Ütopya yazarları, “toplumu filozoflar yönetmeli” derken düşlerinde Atatürk’ü mü görmüşlerdi?
   
    Atatürk’ün toplumcu, “toplum kuran ve yönlendiren” düşüncelerini, yine kurucusu olduğu Halk Fırkası’nın altı okunda ilkelenmiş olarak da görebiliriz: Kısaca Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devrimcilik, Milliyetçilik ve Devletçilik adlarıyla özetlenen bu ilkeler,  Atatürk’ün düşünce dünyasını altı kırmızı çizgide dile getiren altın kurallardır. O’nun düşüncelerinden yola çıkarak yapıp ettiklerini belgeleyen bir eşsiz göstergenin ya da bir pusulanın anahtarları gibidirler. Atatürk’ün bu altın ilkelerini kendisine yol gösterici edinmiş olan Halk Fırkası’nın (CHP) bu konudaki yapıp ettiklerini (ya da yapamadıklarını)  bir yana bırakırsak, bu altı saptamanın toplumumuzu nasıl ve ne ölçüde etkilediğini ancak bilim ve sanat alanlarında açıkça görebiliriz. Başka bir deyişle siyasal alanda Atatürk’ün bu ilkelerini bütünüyle bir türlü benimseyemeyen ve çiğneyen yöneticiler, toplumu yönlendirmede yanlıştan yanlışa düşerken sanatçılarımız bu ilkeleri  sahiplenmişler ve çok sayıda birbirinden çağdaş yapıtlar ortaya koymuşlardır. Cumhuriyet dönemi içinde yetişen sanatçılarımız Atatürk’ün ilkelerini sezgisel bir biçimde kavramışlar ve şiirde (Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz vb.) , resimde ( Cevad Dereli, Şeref Akdik, Hale Asaf, Balaban, Fikret Mualla vb.), heykelde (Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Sabiha Bengütaş, İlhan Koman vb.) , müzikte ( Cemal Reşid Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, E. Zeki Ün, Nevit Kodallı vb.), tiyatroda (Namık Kemal, Muhsin Ertuğrul, A. Kutsi Tecer, Cevat Fehmi Başkut, Aziz Nesin, Haldun Taner, Sabahattin Kudret Aksal vb.)  çağdaş, toplumcu, demokratik, yaşama dönük, yaşamı ve dünyayı sorgulayan yapıtlar yaratmışlardır. Bu sanatçılarımız Atatürk ilkeleri doğrultusunda “halkçı”dırlar. Özellikle de edebiyatımızda halkımızı konu edinen toplumcu gerçekçi yapıtlar birbirini izlemiş, toplumun kılcal damarlarına dek inen, onun yapısını sergileyen ve sorgulayan yapıtlar üretmişlerdir. Edebiyatımıza ancak 20. yüzyılda (19. yüzyıl sonları) giren roman türünde toplumculuk, cumhuriyet döneminde doruğa çıkmıştır. Bunda, kanımca Atatürk’ün mirası düşünce yapılanmasının “halkçılık” ilkesinin etkisi büyüktür. Çünkü yeni Türk devletinin kurulmasıyla birlikte toplumun (halkın) yeniden yapılanması ve bir ulus olabilmesi için onun öncelikle tanınması ve sorgulanması çok önemliydi. Atatürk’ün öbür ilkeleri gücünü halkçılıktan (cumhur) alıyordu. Cumhuriyetin nedeni ve nasılı (Atatürk’ün toplumsal ideali ve yapıp ettiklerinin ne olduğu), ancak topluma tutulacak ışıkla ortaya çıkabilirdi. Toplumu gerek aydınlatma gerekse onu tanılama açısından sanatın üstlendiği bir tür misyondu bu… Bu gerçeği, Atatürk’ü yakından tanımış olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip gibi yazarlar çok iyi kavramışlar ve yapıtlarını toplumcu romana yöneltmişlerdir. Bu iki yazarımız, karanlığa gömülmüş Anadolu’nun ve köylerde unutulmuş insanlarımızın özellikle Kurtuluş Savaşı sonrasında gün ışığına çıkmasına, romanlarıyla, öyküleriyle öncülük yapmışlardır.  Sonradan ortaya çıkacak toplumcu gerçekçi yazarlarımız da (Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Mahmut Makal, Fakir Baykurt vb.) okura toplumunun (ve kendisinin) yapısal özelliklerini, felsefe diliyle “kim, ne?” olduğunu açımlamışlardır. Atatürk’ün dil devrimiyle başlattığı açılım da onlara yol göstermiştir. Orhan Veli Kanık, Atatürk ilkelerinin sanatımıza nasıl ışık tuttuğunu şu sözleriyle dile getirir: “Bilmiyorlar ki halk, halkın diliyle konuşan sanatkârla birliktir.”

     Şimdi; günümüz Türk edebiyatına baktığımızda artık bu durumun yavaş yavaş tersine döndüğünü gözlemlemekteyiz. Kısaca değindiğim öbür sanat dallarını bir yana bırakırsam, romanda artık toplumcu gerçekçi akımın bir yana bırakıldığını görmekteyiz. Romanımızda kentli insanlarımızın tarihsel (Osmanlı) dokusunun öne çıkarıldığı, bu bağlamda Osmanlı Saraylarının kadın kimliklerinin öykülendiği, Cumhuriyet insanının toplumsal kimliğinin sorgulanmadığı ya da çarpıtıldığı (Orhan Pamuk vb.), sokaktaki ve sıradan kimliklerin güncel yaşamlarının mercek altına alınmadığı, Anadolu insanının bugünkü yaşamlarının ve sorunlarının artık öykülenmediği bir dönem yaşamaktayız. Köyü ve köylüyü yazan romancımız artık yok, Anadolu insanının göç serüvenini işleyen, ona toplumcu gerçekçi pencereden bakan yazarlar nerede? Toplumcu gerçekçi roman bir bakıma siyasaldır ve eleştireldir; Faik Baysal’ın Sarduvan’ı nerede? Halide Edip’in Sonsuz Panayır’ı, Döner Ayna’sı nerede? Unutulup gitti mi? Yaşar Kemal’in deyimiyle “köyler kentleşti, Çukurova artık bir kent”, yoksa bu
yüzden mi romanımızda kırsal kesimi işleyen yapıtlar halkla birlikte bir yana bırakıldı?

     Sanmıyorum. Ama benim görebildiğim kadarıyla bunun nedeni; toplumcu ger-çekçi yazarlarımızın konu edindikleri kırsal kesim insanımızın artık cumhuriyet dönemi köylü kimliğinden çıkıp biçim değiştirdiği ve bu değişimin de romanımıza yeterince yansımadığı, yansıtılmadığı gerçeğidir. Toplumumuzda sınıflar, biçim değiştirmiştir ve bu gerçek, romanımızdan dışlanmaktadır. Toprağın yeterince işlenememesi yüzünden  tarımın ölmesi ve  köylülerin geçim sıkıntısıyla göç ederek kentlere yığışması sonucunda toplumumuzda orta sınıf tiplemesi kalkmış, kırsallığından kopamamış kent sığıntısı varoş insanlarıyla türedi (sonradan görme, para kaynağı belirsiz) varsıllar topluma egemen olmuşlardır. Gerçek burjuva (aristokrat) aydın kimliğiyle, köylülüğünü yitirmiş ama kentli de olamamış kimlikler birbirine karışmıştır. Bu yeni toplumsal yapılanmada ortaya çıkan “yeni insan” tiplemesi, yozlaşmış gelenekselliğiyle sonradan görme entel-kentli(burjuva) kimliği arasında gidip gelen ve ahlâk değerleri de altüst olmuş bir başka kimliğe dönüşmüştür.

     Ne yazık ki bu “değişen yeni insan” kimliklerimizi çeşitli nedenlerle toplumcu gerçekçi olmaktan cayan romancılarımız artık işlememekte, romanlarına konu edinmemektedirler. Atatürk’ün toplumcu ilkelerine de sırt çeviren yazarlarımız, günümüzün batı kaynaklı yeni edebiyat akımlarına özenerek bambaşka alanlara kaymaktadırlar. Bu arada kimi ayrıksı örneklerin varlığı da, az da olsa ne mutlu ki sürmektedir. İşte bunlardan bir örnek de; yepyeni, sıcağı sıcağına piyasaya çıkmış olan bir romandır. Onu bu eleştiri yazıma örnek seçmemin nedenlerine gelince; ilki yazarının henüz “bilinmeyen” çağında oluşu ve ikincisi de kitabın adıdır. “At Hırsızı” adını taşıyan bu roman Alişan Birlik’in yeni yapıtıdır ve ismine yakışan bir biçimde kentliye dönüşürken köylülüğünü de kişiliğini de yitirip tam anlamıyla kimliğini şaşıran insanların öykülerini dile getirmektedir. Bu romanda artık köy romanlarının özverili, efsane,  Anadolu’nun namus simgesi köylü kahramanları yoktur ama kentin (İstanbul’un) varoşlaşmış sokaklarında ufalanarak savrulan kirli, pis toz toprak tanelerine  dönüşen kırsal kesim insanları vardır. Anadolu’nun çoraklaşmış topraklarından kopup gelmiş bu insanlar, İstanbul’a (kente) kimliklerinin kirli, yoz izdüşümlerini taşırlar. Öyle ki toplumun en üst yapılanması, çatısı olan siyaset bile bu kirlilikten payına düşeni alır. Demokrasi uğruna zıvana-dan çıkan ve para için her şeyini (ahlâkını) pazarlayan insanların öyküsüdür bu kitapta anlatılanlar; Anadolu insanının içine düştüğü – düşürüldüğü  “kentin çukurunu” çok güzel resimlerler.

    At hırsızı kişiliği yapıtın başkişisidir ama en önemli kimliği değildir. Köyünde at hırsızlığı yapan ama daha sonra siyasette yasadışı yollarla en tepelere tırmanan (günümüzün siyasal kimliklerini çağrıştıran ve vurgulayan) bu ahlâksız kimlik, bir gölgekimliktir, toplumun aynaya vuran gölgesidir. Romanın asıl başkişisi ise, toplumun kentle köy arasında savrulan, içsel (ve ahlâksal) git gelleriyle toplumsal değişimleri ve ahlaksal çöküşü sergileyen, gözler önüne seren Aziz’dir. Namus uğruna katil olmuş Aziz, köyde ve kentte yaşadıklarıyla, okurda toplumun iyi ve kötü değerlerinin sorgulanmasına yol açacak bir tiplemedir. Değişen iyi-kötü değerlerinin terazisinde bir aşağı bir yukarı gidip gelir Aziz. Köyde katil oluşunun vicdan azabını çekerken kentte hırsız oluşunun hesabını kendi kendine vermeye çalışır. Kentli değer yargılarıyla köylü değer yargılarının ve boş inançların arasına sıkışmış, bu yargıları durmadan sorgulayan ve çelişkiler yaşayan bir tutum için-dedir. Parasızlık yüzünden kırsalda kaçakçılıktan, kanun kaçaklığından kentte uyuşturucu batağına düşerken, öte yandan küplerini doldurma telâşıyla halkı din adına kandıranların vicdanlarını sorgulaması onu kendine göre etik bir dünya görüşüne ulaştıracaktır: “Bir an kendi durumunu hatırladı. Sonra At Hırsızı ve küplerini doldurma telâşı ve doyumsuzluğu içinde olan yandaşlarını gözünün önüne getirdi. Halkın aldatılmışlığını, perişanlığını, sefaletini gözünün önüne getirdi. Kimsenin diniyle bir sorunu yoktu. Bu tür adamlar din adına insanı dininden imanından ediyorlardı. Bir bozuk düzen, çarklarının arasında herkesi düzüyor, bir yerlere bir konumlara atıyordu.” (s. 67) Bu düzen (ya da düzensizlik) içinde kadınlar da çöküntüden paylarına düşeni alırlar. Orta sınıf kentli kadını simgeleyen Mestane, onun sınıf düşerek yoksullaşıp ahlaksızlık bataklığına saplanışını da sergiler. Ama bu ahlaksal çöküşün anahtarı da, yine çoraklaşmış yüreklerin karanlıklarına sığınan “sevgi, özveri ve dayanışma” kanallarında gizlidir. Bu kanalların devinimi, ahlak çöküntüsünün ilacı olacaktır.
  
    Kısaca “At Hırsızı” için romanımızın “geleneksel yeniliği” diyebilirim. Başka bir deyişle toplumcu gerçekçi roman geleneğimize yaslanan ama bu yazış biçemini kırsallıktan kentselliğe yol alan (varoş) insan kimliklerinin yozlaşmasını tartışarak aşmayı deneyen bir yapıttır “At Hırsızı”. Yazarı Alişan Birlik’in daha önce okuduğum, aynı çizgideki öbür romanlarından (Soluk Yüzler vb) daha da keskin bir bıçak etkisi yapan, çarpıcı bir toplumsal romandır. Bu arada değinmek istediğim bir nokta da; yazarın dilidir. Bütünüyle halk Türkçesini kullanan, varoş diline ağırlık veren, onunla yazan yazar,  dilin “halk ağzında” nasıl dönüştürüldüğünün de iyi bir örneğini veriyor. Dilin gerçek vatanının, halkın ağzı olduğunu, bu ağız içinde onun nasıl yoğrulduğunu ve devindiğini, sanki “dilin kemiğinin olmadığını” vurgularcasına gösteriyor. Dilin durmadan devinen bir “canlı” olduğunu duyumsatıyor.  Yazarın kullandığı;  “çaktırmadan”, “avara olma”, “kellebaş”, “şabaş”, “kafaya takmak”, “he mi vallaha he mi billaha”, “atılan taş geri gelmiyor”, “sapık supuk”, “yıl perhizi tutmuş gibi içleri kovuk salaklar”, “korktuydum”, “meymenetsiz” vb. türünden s&oum
l;zcükler, deyimler romanın tümcelerini örgülüyor. Bir zamanlar halkın dilini kullandığı için yazardan sayılmayan Hüseyin Rahmi Gürpınar’a taş çıkarırcasına, “alt kesim insanı”nın iç dünyasını yine onun diliyle kuşatmanın ne denli vurucu olduğunu düşündürüyor. “Elit” ve “ kentli aydın/ entellektüel” gözüyle Türkçenin bozulması ya da saptırılması olarak değerlendirilebilecek bu anlatım biçemi, kanımca romana çok özgün bir yapı kazandırıyor. Karacaoğlan’ın dilini şiir dili saymayan, Mahmut Makal’ın köy kökenli anlatısını Türkçe roman dili olarak görmeyen saygın edebiyatçılarımız için Alişan Birlik’in dili “bozuk bir Türkçe” olarak nitelense de bence halkın “yarattığı” varoş Türkçesinin tam bir örneği sayılmalı ve böyle değerlendirilmelidir.  Kanımca giderek köy romanlarının yerini alacak varoş romanlarına da öncülük yapacak bir dil biçemidir yazarın kullandığı dil. Ancak kitapta basım hatalarından doğan yanlışlıklar (dahi anlamındaki de, da’ların bitişik yazılması), yanlış yazılanlar (tuttu yerine tutu, yalanı yerine yayanı, “içeriye ilk önce ocakbaşı denilen bölümden giriliyordu” yerine “içeriye ilk önce ocak başı denilen bölüme girili-yordu”vb)  ve kimi cümle bozuklukları  (“Her gelen rakısıyla birliktee yiyecek bir şeyler de alarak gelirdi” yerine “her gelen rakısı ve yiyecek bir şeyler alarak ge-lirdi” vb)  okuru yine de çok  zorluyor ve yapıtın akıcı dilini bozuyor. Çokca olan bu dil (gramer) hataları kitaba gölge düşürüyor. Bu yüzden “varoş edebiyatımız” ın geleceğine çok güzel bir örnek oluşturabilecek “At Hırsızı”nın zararına oluyor. Bu hataları, yazarın en kısa sürede gidereceğine inanarak onun edebiyatımızda soluğu kesilmiş toplumcu gerçekçi akım açısından yeni bir ses getireceğine yürekten inanıyorum. Atatürk’ün mirası olan “halkçılık” (popülizm değil) idesinin edebiyatımızdaki yansımalarına da yepyeni bir ışık tutacağına da güveniyorum.
    Tüm dil yanlışlarına karşın, kalemiyle Atatürk’ün düşünce mirasına ve romanımızda artık “unutulan” halkımıza yeniden sahip çıkan Alişan Birlik’i kutlarım. Onu, hiç çekinmeden değerli toplumcu gerçekçi yazarlarımızın yanına koyuyorum. Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, onun hiçbir zaman unutmayacağımız düşünce mirasını edebiyatımız adına bir kez daha anarak…    
TANSU  BELE  



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir