ATİYE: Yıllardır beklediğim O ses…
Tevfik Yalçın
I-
Göç:
Yıl 1989: Sanki dünyanın çivisi çıkmış… Bir yandan dağılan Sovyetler Birliği, diğer yandan bu dağılmanın sonucunda anavatanlarına dönmeyi düşleyen insanlar, bağımsızlıklarını ilan eden Orta Asya Ulusları (1992) ve onların bağımsızlığını ilk önce tanıyan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, onlara yardım elini uzatan Türk Milleti.
İnsanımız, tarih boyunca savaşlar, göçler, coğrafi koşulların ağırlığıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Osmanlının fetih dönemlerinde alınan topraklara zorunlu göç ettirilen Anadolu İnsanımız; çeşitli nedenlerle yüz yıllar sonra Anavatanları Türkiye’ye göç ederek geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bu konu resmi kaynaklar dikkate alındığında; karşılaşılan sorunların büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır:
“Uluslararası Göç ve Türkiye
Türkiye’ye yönelik değişen göçün başlangıç tarihini her ne kadar 1980’ler olarak belirlememiz uygun olsa da, 1990’larda globalleşmenin hızlanmasının getirdiği ekonomik problemler hem de Soğuk Savaş’ın bitişiyle artan etnik çatışmaların etkisiyle Türkiye birden kendisini büyük boyutlu ve genelde insanların göç etmeye zorunlu kaldığı bir bölgenin ortasında buldu. Türkiye tarihi olarak aslında göç olgusuna yabancı olmasa da Türkiye’ye yönelen göçün hem geldiği yerler, hem de göç nedenleri açısından bir farklılaşmaya uğradığını görmekteyiz. Önceki dönemlerde yoğunluklu olarak dini, etnik, tarihi ve kültürel olarak bağlarımızın olduğu topluluklar Türkiye’ye gelirken, son dönemlerde bunlar belirleyici kriter olma özelliklerini kaybetmişlerdir.
Sovyetler Birliği’nin, Yugoslavya’nın çözülmesi ve Körfez Savaşıyla ortaya çıkan Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’daki çatışmalarda milyonlarca insan yerinden oldu ve Türkiye bundan çok etkilendi. Çoğunlukla zorunlu göçün kapsamına giren bu göçmenler, sığınmacılar, yasadışı göç edenler, transit geçiş yapanlar Türk dış politikasından iç politikasına, ekonomisine ve toplum yapısında kadar birçok şeyi etkilediler.
Çatışmaların yönlendirmesinin yanı sıra, Türkiye çevre ülkelere göre ekonomik olarak daha avantajlı görülüp, özellikle Doğu Bloğu ülke vatandaşlarının çalışmak ya da ticaret yapmak amacıyla seçtikleri bir ülke olmaya başladı. Bunlar ek olarak öncelikle ekonomik nedenlerle, sonrasında da ülkelerinde gördükleri siyasal baskılar sonucu göç eden birçok Asya ve Afrika kökenli göçmen Türkiye’ye gelmeye devam etmektedir. Bu tür göçmenler genel olarak yasadışı göçmen statüsüne girmektedir.”
Yazımıza konu olan, “ATİYE: Yıllardır beklediğim O ses…” Bulgaristan 1989 göç hareketiyle çok yakından ilgilidir. Bu nedenle yine araştırma sonuçlarına değinmekte yarar vardır.
“BULGARİSTANDAN GÖÇLERİ
Cumhuriyetin kurulmasını izleyen yıllarda Anadolu’ya ikinci büyük göç dalgası Bulgaristan’dan gelmiştir. Bulgaristan’dan göçler aralıklarla 1989 yılına kadar sürmüştür. Cumhuriyet döneminde ülkeye gelen toplam göçmenlerin % 48’ini oluşturan 790.717 Bulgaristan göçmeninin, göç hareketi dört aşamada gerçekleşmiştir (Köy Hizm.Env.s.138)
.
* 1925 yılındaki Türk – Bulgar ikamet sözleşmesi ile 1949 yılına kadar 19.833 ailede 75.877 kişi iskanlı, 37.073 ailede 143.121 kişi serbest göçmen olmak üzere toplam 56.906 ailede 218.998 kişi Türkiye’ye göç etmiştir (DPT, s.6).
* 1950 – 1952 yılları arasında Bulgaristan’ın tehcir ve göçe zorlaması sonucu 37.851 aileye mensup olmak üzere 154.393 kişi iskanlı göçmen olarak Türkiye’ye gelip yerleşmişlerdir (DPT, s.6).
* 1968 – 1979 yılları arasında da Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması çerçevesinde 32.356 aileye mensup 116.521 kişi Türkiye’ye göç etmiş ve bu göç ile 1950 -52 yılları arasında gelen göçmen ailelerinden büyük bölümünün Bulgaristan’da kalan yakınlarının Türkiye’ye serbest göçmen olarak gelmeleri sağlanmış ve böylece parçalanmış ailelerin birleşmesi gerçekleştirilmiştir (DPT, s.10).
* Bulgaristan’dan son göç hareketi 1989 yılında Türk kökenli Müslüman Bulgar vatandaşlarının, Bulgar hükümeti tarafından Türkiye’ye göçe zorlanmaları ile başlatılmıştır. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakılmışlardır. Böylece Türkiye, II nci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen en yoğun ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek durumunda kalmıştır. Bu dönemde 64.295 aileye mensup 226.863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye’ye gelmiştir. Bu tarihten itibaren 1995 yılına kadar da aralıklı olarak gelen serbest göçmenlerin sayısı 27.224 ailede 73.957 kişiye ulaşmıştır (Köy Hizm.Env.s.138).
Bulgaristan’dan 1950 – 52 yılları arasında gelen ve devlet tarafından yerleştirildikleri için iskanlı göçmen olarak kabul edilen göçmenler iskan yasasına göre yapılan planlamalar doğrultusunda ülkenin çeşitli il-ilçe ve köylerine dağınık veya mahalleler eklenmek suretiyle yerleştirilmişlerdir.
1950 – 1960 döneminde toplam 35.496 ailenin yerleşiminin sağlandığı görülmektedir. Bunlardan 25.583 çiftçi ailesinin büyük çoğunluğunun Adana (1.442 aile), Ankara (1.136 aile), Balıkesir (1.474 aile), Bursa (2.185 aile), Konya (1.523 aile), Manisa (1.383 aile), Tekirdağ (1.619 aile) illerine, zanaatkar ailelerin çoğu Bursa (1.356 aile), İstanbul (3.100 aile), Eskişehir (1.116 aile), İzmir (1.160 aile) illerinde yerleşimleri gerçekleştirilmiştir. İskan için yapılan 36.292 evin 22.761’i köy tipi; 12.219’u şehir tipi ve 1.312’isi hazır evdir. Kırsal alanda yerleşmek isteyenler için 13 müstakil köy kurulmuştur. Evlerin %70’i kırsal alana serpiştirilmek suretiyle yapılmıştır. % 25’i kentlere eklenen göçmen mahallelerinde inşa edilmiş olup, % 5’i müstakil köylerde yapılan evleri kapsamaktadır (Geray, s.54-55).
Bulgaristan’dan 1968 – 1979 yılları arasında gelen göçmenler serbest göçmen statüsünde oldukları ve parçalanmış ailelerin birleştirilmesine yönelik anlaşmalar çerçevesinde Türkiye’ye göç ettikleri için daha önce gelen akrabalarının bulunduğu il, ilçe ve köylerde kendi olanakları ile yerleşmişlerdir (DPT s.7).
1989 yılında Bulgaristan’dan gelen serbest göçmenlerin büyük bir bölümü daha önce Türkiye’ye göç eden akraba veya komşularının yoğun olduğu bölgelere kendi imkânları ile yerleşirken bir bölümü de devlet tarafından 14 il merkezi ile 23 ilçe ve beldede göçmen ailelerin parasal katkısı ve borçlandırılması esasına dayalı bir yöntemle yapılan toplam 21.438 konuta 5 yıllık süreç içinde yerleşmişlerdir. Söz konusu konutlar kentlerin dışında siteler olarak planlanmıştır (Köy Hizm.). “
Konuyu olaylalar boyutunda incelediğimizde; 1989 göçünün altında yatan nedeni ve göçü hızlandıran olaylara bakmak gerekmektedir.
“….. Bulgaristan’dan büyük bir çığlık yükselir. Çığlığın nedeni Bulgaristan’ın azınlık sorunun toptan çözmek için son bir hamle yaparak Türklerin ismini değiştirmesidir. 1972’de Pomakların, 1981–83 yıllarında Çingenelerin ismini değiştiren Bulgaristan, gelişmeler karşısında dünya kamuoyunun sessiz kalması üzerine umutlanır ve son bir hamle ile Türklerin de isimlerini değiştirerek azınlık sorununu kökten çözmek ister. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Dünya konjonktüründeki değişmeler, doğu bloğunun çöküşü ve Türklerin direnişi, Bulgarların umutlarını boşa çıkarır. Türkçe konuşma yasağı, Bulgarca isim kullanma zorunluluğu, evlere yönelik ani baskınlar, yıldırma politikaları, işkenceler, Belene’ye göndermeler sorunu çözmez. Kısaca “soya dönüş” projesi yatar. Bulgaristan’ın Türk azınlık sorununu çözmesi için önünde, geçmişte de olduğu üzere, tek bir seçenek kalmıştır: Türkleri, Türkiye’ye göçe zorlayarak azınlık sorunundan kurtulmak.
Soya dönüş kampanyasına ilk tepki, Eğridere’nin yani Ardino’nun Tosçalı köyünde olur. Ardından da Kirli’nin yani Benkovski’nin köylerinde. Etraftaki köylerde yaşayan binlerce insanın hep birlikte haklarını aramak için Yoğurtçular köyünde toplanmaya başlamasıyla ilk ölümler meydana gelir. Açılan ateş sonucu ilk öldürülenlerden biri de altı aylık Türkan’dır. Köyler ayaktadır artık. Herkes akın akın Cebel’e ulaşmak derdindedir. Olayların büyümesinden korkan yöneticiler, bölgedeki tüm askeri ve polis güçlerini bu kasabaya toplar. Tüm giriş çıkışlar kontrol altındadır. Güvenlik güçleri ve halk kasabanın girişinde karşı karşıya gelir. Fakat bu arada Mestanlı’da da insanlar, isim değişikliğini protesto etmek için bir araya gelmiştir. Sayıları azalmış bulunan güvenlik kuvvetleri toplanan kalabalıktan korkar. Panikleyip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlar. Çok sayıda ölüm olur. Gösteriler ülkenin her tarafında yayılır. Tabi ki, ölümler de… En büyük direnişin gösterildiği ve çatışmaların yaşandığı yerlerden biri de İslimye’nin yani Sliven’in Yablanova köyüdür. Güvenlik güçleri, 3 gün süren büyük bir direniş ve kuşatmadan sonra ancak zırhlı araçlarla köye girebilirler.
Bundan sonra Bulgaristan’da Türkler için var olan tek bir gerçek, katlanılması zor bir baskıdır. Onlara yaşamın her alanında dayatılan ve duygularını kendi iç dünyalarında bastırmayı, boğmayı ve yok etmeyi amaçlayan bir baskı politikasıdır bu. Yaşanan sadece bir isim değişikliği değildir. Aslında isim değişikliği ile kastedilen 1985–89 yılları arasında yaşanan tüm baskılar ve acılardır. 1989 yılının Mayıs ayında artık Türkler sokaklardadır. İlk protesto, planlanandan 2–3 gün önce, 19 Mayıs’ta Cebel’de düzenlenen bir cenaze töreni sırasında yaşanır. Oradan da dalga dalga tüm ülkeye yayılır. Bulgaristan, gösteriler ve uluslararası kamuoyundun gelen baskılar nedeniyle zor durumdadır. Jivkov, Türkiye’den de sınırları açmasını ister. Türkiye Cumhuriyeti başbakanının yanıtı net ve kesindir: Turgut Özal: “Jivkov’un blöfünü gördüm. Kapıyı açtım. Hadi gönder bakalım, görelim..” Turgut ÖZAL’ın bu sözleri üzerine Bulgaristan Türkleri sınıra yığar. 600 bin Türk, amacına ulaşır.
II-
Yıllardır beklediğim O ses… ATİYE
İşte bu günlerde çalıştığım banka, Trakya da oluşturulan göçmen kamplarından 20 aileyi İstanbul’a getirip, onların her türlü gereksinmelerini karşılama kararı aldı. Böylece yirmi aile İstanbul’a geldi. Bankanın var olan konut olanakları değerlendirildi; aileler konutlara yerleştirildi ve aile reislerine yapabilecekleri işler verildi. Konut, üç öğün yeme-içme banka tarafından karşılandı. İşe giren aile reislerine çalışanlarla eşdeğer ücret ödendi ve diğer sosyal haklardan yararlanmaları sağlandı. Çocuklara ve büyüklere Türkçe okuma-yazma kursları açıldı. Aile reislerinin çoğu “motor teknik ve şoför okulu” öğrenimli oldukları için banka arabalarında görevlendirildi ve İstanbul’u tanımaları sağlandı. Çok çalışkan insanlardı. İş onları hiç korkutmuyor, zorluklardan yılmıyorlardı… Bizler, genç yöneticiler onların sorunlarıyla sürekli ilgileniyor, neler yaşadıklarını öğreniyor; dostluk ve sevgimizi esirgemiyorduk.
Bu gelen grup içinde çok genç bir karı koca vardı; Sinan ve Nazike. Neredeyse çocuk denecek yaştaydılar ve Nazike hamileydi. Onlar, artık bizim ailemizin bir parçasıydı, her fırsat bir araya geliyor, yaşayışlarını ve Sinan’ın çalışma yaşamını yakından izliyordum. Bana “Tevfik ağabey” diyor, beni, eşimi ve çocuklarımı çok seviyorlardı. Güven içinde yaşıyor, geleceğe umutla bakıyorlar, biz de doğacak olan bebeği her geçen gün heyecanla bekliyorduk. “Yaşasın!” diyordum, “dede olacağım!”
Tarih: 29 Eylül 1989. İşte o gün geldi: Nazike, Kadıköy’deki şifa Yurdu Hastanesi’ne yatırıldı. Sinan ve ben hastanenin bekleme salonunda doğum haberini bekliyor, eşim Tenise bizi gelişmelerden bilgilendiriyordu… Müjdeli haber geldi: Torunum dünyaya merhaba dedi… Sevinç gözyaşlarıyla birbirimize sarıldık, Sinan baba olmanın sevinci ile ağlarken; ben de bildiğim tüm duaları torunum için okudum…
Torunumun adını “Atiye” koydular. Her şey çok güzel gidiyordu… Erkekler, Bulgaristan’da dağların tepesinde araba aküleri ve küçük televizyonlarla kaçak, korkuyla izledikleri Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş maçlarını şimdi korkusuz Anavatanlarında izlemenin mutluluğunu yaşıyorlardı… İlk yaptıkları işlerden biri de tuttukları takımların maçlarını stadyumlarda izlemek, kendi aralarında yaptıkları maçlarda bu takımların formalarıyla oynamak oldu. Türkçe okuma-yazma kursları başarıyla tamamlandı. Aldıkları ücretleri sıkı bir ekonomi politikasıyla biriktiriyorlardı… Atiye büyüyor, ne zaman fotoğrafını çeksek; beşiğini Türk Bayrakları ile süslüyorduk, beşiğinin etrafını çevreliyor “…Biz buradayız, seninleyiz” dercesine objektife poz veriyorduk.
Bulgaristan’da o günlerde siyasi değişiklikler oldu. Faşist yönetim gitti, onun yerine Türkiye ile anlaşabilecek ve soydaş göçünden dolayı çökme noktasına gelen Bulgar Ekonomisini yeniden ayakta durmasını sağlamak için arayış içine olan yöneticiler iş başına geldi, Türkiye ile uzlaşma arayışına girildi. Göç edenler; kendilerini bir an önce Türkiye’ye atabilmek için evlerinin kapısını kilitlemeye bile zaman bulamadan her şeylerini; anılarını, varlıklarını bırakıp Anavatanları Türkiye’ye gelmişlerdi…
Söylentiler başladı… Göç edenlerden bazıları geri döneceklermiş!?. Bulgar Hükümeti; geri gelenlere eski işlerini, evlerini verecekmiş. İçimi bir sıkıntı aldı… Söylenenler doğruydu. Geri dönüşler başladı. Sinan, benimle konuşmak istediğini söyledi ve buluştuk: Ablası ve eniştesi Bulgaristan’a dönme kararı almışlar. Onları da götürmek istiyorlarmış, kabul etmişler… Çok üzüldüm! Bıraktıkları yer doğdukları vatanları, burası da Anavatanlarıydı. Onlardan ayrılmanın üzüntüsünü içime atarak; aldıkları karara saygı duymak zorundaydım. Öyle de yaptım.
Sinan, Nazike ve Torunum Atiye’yi bu son gördüğüm günün ertesi günü yolculuğa çıkacaklardı. Üzgün ve mahcup, konuşmakta zorlanıyorlardı. Onlara iyi yolculuklar dilerken bizleri habersiz bırakmamalarını söyledim. Sinan’ın diğer ablası Leyla Türkiye’de kaldı ve geri dönmedi. Ablası kanalıyla bize haber göndereceğini söyledi. Onlara yol hediyesi olarak bir şey alamamıştım. Ayrılışın ağlama, ayrılma noktasındaydık. “Bak Sinan” dedim: “Size bir şey yaptıramadım!. Yolunuz açık olsun!.. Bizleri unutmayın. Atiye’ye bizleri anlatın” dedim. Sağ eliminde taşıdığım evlilik yüzüğümü çıkarıp; “Bunu alın… Bir gün bir ekmek, Atiye için bir kilo süt, bir kutu mama almak gerekir. İşte o zaman sana verdiğim bu evlilik yüzüğüm size yardımcı olacaktır…” dedim ve Sinan’ın avucuna bıraktım. Hüzünlü bakışlarıyla ve yaşlı gözlerle avucunu sım sıkı kapattı. Sinan’ı, Nazike’yi bu son görüşümdü…
İlk yıllarda Sinan’ın ablası Leyla, bize haberler getirdi: Sinan işe girmiş, durumlarının iyi olduğunu ve bir sıkıntılarının olmadığını söyledi. Belleğim beni yanıltmıyorsa bir de mektup aldık. İçinde Atiye’nin bir fotoğrafı vardı. Biraz büyümüş, yatağında otururken çekilmiş bir fotoğraf.
Daha sonraki yıllarda Sinan Türkiye’ye gelmiş ve yeniden Türkiye’ye dönmek istediğini söylemiş. Evime geldi ve konuştuk. Ben bankadaki görevimden ayrılmış, yaşam mücadelesi veriyordum. Sinan’a çok açık konuştum: “Sana daha önce sağladığımız olanakları sağlayamam… Türkiye’ye gelmek istiyorsan önce buna kendini inandırman ve bunu başarman gerekli!” Eşi nazike, Atiye’nin büyümesini ve yetişmesinin Türkiye’de olmasını istiyor ve bu konuda diretiyormuş…
Aradan geçen yirmi dört yıl süresince Sinan’ı, Nazike ve Atiye’yi hiç görmedim. Nerede olduklarını bilmiyordum. Bu konuda haber getiren de olmadı. Ben yılları sayarak; şimdi ilkokulu bitirmiştir, şimdi liseye gidiyordur, şimdi genç kız olmuştur diyerek kendim için geliştirdiğim özlem matematiği ile kendimi avutuyor, belleğimi tazeliyordum… Kendime bak Tevfik; yaşamda özlem”de, “sevgi”de bayatlamaz, eskimez. Önemli olan nerede ve nasıl sakladığındır, diyerek zamana meydan okuyordum.
Bu güne geldiğimizde aradan tam yirmi dört yıl geçti… Umut azalmadı, bekleyiş bitmedi…
evetbenim.com sanat sitemizin mesaj kutusunda “MESAJ = Tevfik Bey Merhaba, Ben Atiye, 1989 yıllarındaki Bulgaristan göçmencilik zamanlarında birçok yardımlarınızın dokunduğu Sinan Öztürk’ün kızıyım demem sanırım hatırlamanıza yardımcı olabilir 🙂 Telefonla ulaşmaya çalıştık size babamla birlikte ancak mail adresinize ulaşabildim. Bu sebeple burdan rahatsız etmek durumunda kaldık .. Annem ve babam ile birlikte müsait bir zamanınızda ziyaret etmek isteriz sizleri.. İletişim bilgilerinizi paylaşabilirseniz çok mutlu olurum. Teşekkürler, Atiye ÖZTÜRK”
İletisini okuduğum zaman, çılgına döndüm… Atiye bizleri arıyordu ve unutmamıştı. İletide telefon numarası da vardı. Kalp hastası olduğum için telefonla arama cesaretini önce kendimde bulamadım. Daha sonra aradım, ancak cevap veren yoktu. Müjdeyi eşime ilettim. Sevinçliydik, şaşkındık, ne yapacağımızı bilemiyorduk!?.
Hemen, Atiye’ye karşılık olarak ileti yazmak için bilgisayarımın başına geçtim. İletiyi
gözyaşları içinde yazdım:
“Merhaba, Atiye
Yıllardır senden bir haber almayı nasıl bekledim bilemezsin… O küçük bebeğin sevgisini kalbimin bir köşesinde sakladım. Şimdi, şu an çok mutluyum… Bu gün bir genç kız olarak iletini almak hüzünlü de olsa yine de büyük mutluluk. Şu anda hıçkırarak ağlıyor ve göz yaşları içinde sana bu satırları yazıyorum… Biraz önce telefonunu aradım ama açılmadı. Tanrıya dua ediyor, seni yeniden bulmanın sevinci ile gözlerinden öpüyorum..
Özlem ve sevgilerimle…
Tevfik Yalçın
Evetbenim”
İletimi gönderdikten hemen sonra; cep telefonum çalmaya başladı…. Heyecanla açtım! “Ben Atiye… “ Diyordu karşıdaki genç kız. Tutamadım kendimi; Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım… Eşim yan odadan koşarak geldi. Beni, babamın ölümünden sonra hiç böyle ağlarken görmemişti… Telefonda Atiye beni teselli etmeye çalışıyor “… Ağlama, ben de ağlayacağım!..” diyor, diğer yandan da otuz beş yıllık eşim ne yapacağını şaşırmış bir durumda bana yardım etmeye, göz yaşlarımı silmek için mendil uzatıyordu… Atiye ile konuşamadım. Nasıl konuşabilirdim ki bunca uzun yılın özlemini dışa vurmadan.. Telefonu eşime verdim, o başka bir odaya geçerek Atiye’den geçen yılların özetini alıyordu…
Atiye, Türkiye’de büyümüş. Okunması gereken okulları sırayla okumuş. Turizm konusunda yüksek öğrenim yapmış. Şimdi güzel bir işi var, çalışıyor. 2014 yılının hemen başında onları evimde bekliyorum.
Kapımın önünde bir araba duracak, içinden bir genç kız çıkacak, bana koşacak:
“Dede!..”
Saygılarımla,
Tevfik Yalçın
evetbenim.com
evetbenim@gmail.com
Alıntı Kaynak: http://www.balgoc.org.tr/gocmenyerlesim.html
http://bggoc.blogcu.com/balkanlardan-turkiye-ye-gelen-goclerin-nedenleri/3470095
http://www.kircaalihaber.com/?pid=8&id_aktualno=325
Görsel: Doğan Kardeş Dergisi Yıl 1989 Say: 11
III-
Atiye, Tevfik Dedesi’ne kavuşuyor
12 Ocak 2014
Yıllar sonra ilk kez Atiye’yi, Annesi Nazike ve Babası Sinan’ı, Öztürk Ailesi’ni ilk kez görecektim. Buluşma gününün tarihini belirledikten sonra ben ve eşim Tenise yoğun duygu dolu günler yaşıyorduk. 11 Ocak günü doğum günümdü. Her yıl çok neşeli ve neredeyse gelenekselleşen doğum günümü bu yıl aile içinde kutlamaya karar verdim. Doğum günümü Atiye’ye söylemedik. Yalnızca babası Sinan Öztürk biliyordu.
Buluşmamamızdan bir gün önce; biraz olsun kendimi iyi hissetmemi sağlayabilmek için, semtimizdeki Eczacı Atila’dan B vitamini aldım. Erken yatıp; sabah dinlenmiş olarak kalkmayı planladım. Öyle de oldu…
Buluşma günü; İlk telefon görüşmemizde Zeytinburnu’nda olduklarını, Boğaz Köprüsüne gelince adres tanımı için beni arayacaklarını söylediler… Bir ara Sinan aradı: Bulgaristan’dan geldikten sonra bir yıl yaşadıkları Banka Konukevi’ni, Atiye’ye göstermek istediğini ve ne yapması gerektiğini sordu. Gerekli yerlere telefon edip, bunun sağlandığını bildirdim.
Eşim bakkaldan istediği yufkalar gelince börek yapmaya girişti… Bana göre hiç gerek yoktu ama sesimi çıkarmadım. Günlük ilaçlarımızı içtik, her türlü resmi olayda, galalarda, kokteyl ve kutlamalarda giydiğim siyah takım elbisemi (bu benim mobilyamdır) giydim, kravat seçimi demokratik oylamaya sundum ama sonuç anti demokratik olarak benim istediğim oldu ve beklemeye başladık.
Eşimin telefonu çaldı, “neredesiniz?” diyordu. “Gelmişler, biraz sonra kapıda olurlar…” dedi ve fotoğraf makinesini alıp, kapıya koştu…
Araba geldi, Sinan arabayı park etti. Sinan, Nazike, Atiye ve Tanju (Atiye’nin sözlüsü) arabadan indiler. Kimse bana dokunamıyor, Atiye ile sarılmamızı bekliyorlardı… Atiye ile göz göze geldik. Yıllardır beklediğim torun… Koştum ve sarıldım. Ağlıyorduk… “Şükür kavuşturana” dedim ve gözyaşlarımla içimden dualar okudum… Sinan, Nazike bana sarıldılar, ağlıyorlardı… Tanju şaşkın, ne yapacağını bilmiyordu, ona da sarıldım; kulağına güzel sözler söyledim. Eve girmeyi akıl edemiyorduk… Soğuk hava bize evin yolunu gösterdi, evimize girdik.
Köpeğimiz Leo; kapıdan kim girerse; kendisine geldiler düşüncesiyle ortalıkta dolaşmaya başladı, istemeyerek Leo’yu salonumuzu gören balkonumuzda biraz dinlenceye aldık ama bundan hiç hoşlanmadı. Daha sonra ağlayınca; içeri aldık. Nazike, Leo’yu sakinleştirdi ama uzun süre bizi Nazike’ye şikayet etti.
Yaşantımda on yıl günlük tuttum Sevindirici olan; çocuklarımın büyümeleri, ailemizin yaşayışı bu günlüklerde var. Kısaca bir bakıma aile tarihimiz; bu günlüklerde yer alıyor. Günlük yazarken temel sorun; insanın kendisine dürüst olması ve dünya, ülke ve aile sorunlarını da nesnel olarak (ileride aleyhine delil olacak şeyler dışında) yazması. Günlüklerim içinde 1989 ve 1990 yıllarını da yazdığımı gördüm. Beni mutlu eden torunum Atiye’nin doğumunu, bebeklik döneminden anıları ve Bulgaristan’a gidişlerini de yazmış olmam… Bunları Atiye’ye gösterdim, okudum. O günlere yeniden döndük ve bilinç tazelemesi yaptık…
Sinan ve Nazike; her fırsatta o günleri, beni, ailemizi ve yaşadığımız olayları anlatmışlar, bilgilendirmişler. Arada özlem olsa da sevgi hiç eksilmemiş.
Bulgaristan’a döndüklerinde; evlerini bulmuşlar. Nasıl bulmuşlar? Evin ne camı ne çerçevesi ne de bıraktıkları eşyalarını bulmuşlar. Nazike o günleri anlatırken gözleri yaşla doluyor. Sinan, daha önce çalıştığı işine girememiş, para kazanamamış. “Ekmek bulamadık! Biraz un bulduk; ekmek yaptık.” Diyor Nazike ve ekliyor: “Aç kaldık…” 1994 yılında yine zor koşullarda Türkiye’ye dönmüşler. Burada da her şey güllük gülistanlık olmamış. Zamana direnmişler, işe girmişler, yılmadan çalışmışlar… Atiye’yi büyütmüşler, okutmuşlar, evlilik çağına getirmişler. Bu gün geldikleri noktada çok mutlular. Orta halli bir Türk ailesi nelere sahipse; onlar da aynı şeylere sahip. Geleceğe güvenle bakıyorlar. Her yıl Bulgaristan’a gidiyorlar; hısım akrabalarını görmeye. İşte bu beni çok mutlu ediyor… Atiye, dün benim doğum günüm olduğunu bu sabah duyunca “Neden bana söylemediniz?” diye çok kızmış ve erkenden pastaneye koşup; bana kocaman bir pasta yaptırmış. Eşim Tenise; biz konuşurken mutfaktan salondaki yemek masasına tabak çatal taşıyor. Sinan sürekli Kamucan ve Zeyneb’i soruyor. O günlerde Kamucan; on, Zeyneb; dokuz yaşında, “Sinan ağabey! “ diye arkasında koşarlardı. Banka Konukeevi’nde kalan soydaşların çocuklarından arkadaş edinmişler ve bir gece de iki kardeş orada yatıya kalarak onlarla güzel bir gece geçirmişlerdi.
Evlilik yüzüğüm:
Nazike bir yaldızlı kağıda sarılı kutuyu çantasından aldı ve açtı. Kutunun içinde parlayan bir evlilik yüzüğü göründü. Yıllar önce, Sinan’a; Bulgaristan’a dönerken; sağ eliminde taşıdığım evlilik yüzüğümü çıkarıp; “Bunu alın… Bir gün bir ekmek, Atiye için bir kilo süt, bir kutu mama almak gerekir. İşte o zaman sana verdiğim bu evlilik yüzüğüm size yardımcı olacaktır…” diye verdiğim yüzüğün geri dönüşüydü. “ Bu…” dedi ve devam edemedi. Gözlerine baktım, ağlıyordu: ”Nazike sen bu yüzüğü kimden aldıysan ona ver” dedim ve eşi Sinan’ın avuçlarına bıraktı. “Sinan sen bu yüzüğü kimden aldın? Ona ver” dedim. Sinan yüzüğü getirip; avucuma koydu. Ben bu yüzüğü eşimden almıştım ve bende onun avucuna koydum. “Tenise, yüzüğümü torunum Atiye’ye ver” dedim. Yüzüğümü, Atiye’ye verdi. “Atiye, gel torunum: Yüzüğümü parmağıma tak!” dedim. Atiye, evlilik yüzüğümü parmağıma taktı. “Bakın!” dedim. “Vasiyetimdir: Öldüğümde, bir gün öleceğim; bu yüzüğü en büyük çocuğum parmağımdan çıkaracak ve en büyük torunuma verecek! Vasiyetimdir, yerine getirilecek. Dilerim; benden sonra da bu evlilik yüzüğüm; bu insanlık, özlem ve erdem öyküsünü, yaşanmışlığı yıllar boyunca insanlara anlatmaya devam eder ve sevginin nasıl bir güç olduğunun herkese hatırlatır.”
Sevgili dostlar, çoğumuz birçok zafer, insanlık, başarı anıtı görmüşüzdür. Görmesek de nerede olduğunu biliriz. Bu anıtlarla gurur duyar bazılarıyla da hüzünleniriz. Bu anıtların temelinde; insanlığın var olmak isteyişi, insanlığa doğru yönü göstermesi, onların o inanılmaz çabalarının sonucunda dünyanın yaşanılır olması vardır. Ben de sağ elimin evlilik parmağına yeniden 12 Ocak 2014 günü taktığım evlilik yüzüğümü: “ ÖZLEM ve SEVGİ” anıtı olarak taşıyacağım…
Güzel bir gündü. Torun- dede yıllar sonra kavuştular. Bizi bu güne getirmedeki çabalarından ve yaşam sevgilerinden dolayı; Sinan, Nazike Öztürk ailesine, kızlarım; Kamucan ve Zeyneb’e, eşim Tenise Yalçın’a, değerli dostlarıma ve bu gerçek ” Göç ve İnsanlık Öyküsünü” okuyan siz değerli okurlara, son olarak da torunum Atiye Öztürk’e; sevgi ve saygılarımı sunuyor, sonsuz teşekkür ediyorum.
Tevfik Yalçın
evetbenim@gmail.com
14 Ocak 2014
Ziverbey-İSTANBUL
FOTOĞRAFLAR:
12 Ocak 2014
Kavuşma: Atiye ve Tevfik Dede
Sinan Öztürk, Atiye ve Tevfik Dede
Tevfik Dede, Atiye ve Tanju
Tevfik Dede, Atiye, Tanju ve Tenise Yalçın
Nazike Öztürk ve Leo
Atiye, annesi Nazike’nin kucağında (İstanbul/TÜRKİYE, Ekim 1989 )
ÖZTÜRK AİLESİ: Nazike, Atiye bebek,Sinan