CUMHURİYETİMİZ VE KADINLARIMIZ
Konuşmama bir soruyla başlamak istiyorum: “Türk kadını yirminci yüzyılda nasıl ve ne ölçüde çağdaşlaştı?” Bu sorunun hemen ardından gelen ikinci sorum da şu olacak: Neden yeterince, amaçlanan ölçüde çağdaşlaşamadı?
İlk soruya yani “Türk kadınının yirminci yüzyılda nasıl çağdaşlaştığı” sorusuna vereceğimiz yanıt, hepimizin bildiği gibi kadınlarımızın, yüce Atatürk’ün onlara tanıdığı seçme seçilme, oy hakkı tanıması ile çağdaşlaştığıdır. Oysa kadınlarımız, özellikle de kentli olanlar Cumhuriyet’in kuruluşundan çok önceleri çağdaşlaşma savaşımına girmişlerdi bile. Tanzimat dönemiyle birlikte basılmaya başlayan gazetelerde kimi kadın kalemlerin imzası vardı. Dahası 1913 yılında İstanbullu kadınlar, “Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti”ni kurmuşlardı. Cemiyetin yayın organı “Kadınlar Dünyası”nda amaçlarını şöyle açıklıyorlardı: “Kadının toplumsal yaşamla bütünleştirilmesi, çalışma yaşamına katılımının gerçekleştirilmesi…” ve bu doğrultuda yapılması düşünülen işler, ele alınacak konular, bir programla madde madde sıralanmaktaydı.
Aslında Batı’da başlayan “Kadınların Devrimi”ne, özellikle kadın-erkek eşitliğine, geç de olsa Türk kadınları da katılmaya başlamışlardı. Kadınların erkekler tarafından sömürüldüğünü düşünen Batılı kadınlar, çoktan harekete geçmişlerdi bile. Ama kadınlar bu konuda elbette yalnız değildi; erkeklerden de destek alıyorlardı. Örneğin 19.yüzyılın en önemli düşünürü Karl Marx, insanın insanı sömürmesinin kökeninde erkeğin kadını sömürmesi olduğunu belirtir. Yine Marx; ilk insan sömürüsünün kadınla erkek arasındaki ilk iş bölümünden çıktığını da vurgular. Kadının erkekle omuz omuza olabilmesi, sosyal yaşamda onunla eşit haklara sahip olabilmesi savaşımını Batılı kadınlar yüz elli yıla yakın bir süre sürdürürler. Kadın hareketi giderek sosyalizm içinde ve onunla bütünleşerek sürer, bugünlere dek uzanır. Bu arada sosyalist feministlerle burjuva sayılan feminizm arasında da ayrışma ortaya çıkar. Çünkü kadın hareketinin Fransız Devrimi’ne dek uzanan kökeninde kadının eğitim, sanayi (burjuva) devrimi içinde erkekle eşit haklara sahip olma istekleri zaten vardı. Sosyalizmin ortaya çıkışıyla bu haklar emekçi/ işçi kadınların insanca hak arayışlarına yol vermiştir.
Bize gelince; Batı’daki Aydınlanma’yla iç içe gelişen kadın hareketinin, tıpkı Aydınlanma döneminin ilkeleri gibi Türkiye’ye ulaşması elbette kaçınılmazdır. İstanbul’daki kadınlar da harekete geçerler. Oysa Batılı kadının gündeminde olan siyasal hak savaşımı, Türk kadınlarının kurduğu cemiyetin programında yer almaz. Çünkü Osmanlı kadını henüz eviçinden sosyal yaşama dahi çıkamamıştır. Kaldı ki siyasal savaşımı nasıl yapsın?
Kadının sosyal yaşama çıkışı Batı’da da kolay olmamıştır ya; bizde daha da zorludur. Çünkü kadının toplumsal yaşamla bütünleştirilebilmesi ve çalışma yaşamına katılımının gerçekleştirilebilmesi için öncelikle “kadını sımsıkı kuşatan geleneklere, kısıtlamalara, kadın-erkek eşitsizliğine, hukuksuzluğuna, eğitimsizliğine karşı savaşım vermek” (Serpil Çakır) gerekir. Bu amaçla Cemiyet, “gerek aile yaşamında gerekse toplum yaşamındaki ilişkiler ağında yeni bir düzenlemeye gitmenin gereği üzerinde durur.” (Serpil Çakır, Bir Osmanlı Kadın Örgütü, Tarih ve Toplum Dergisi, 1989)
Batı’da gelişen düşünceye göre kadın da insandır ve bu düşünce, kulluktan çıkıp insanlaşmaya, birey olma çabasına giren bizim toplumumuzu da elbette etkileyecektir! Toplumla bütünleşmek isteyen Osmanlı kentli kadınlarımız, toplumsal yönetimden önce bireysel/ kişisel yönetimleri doğrultusunda “hak aramaya” yönelmeleri gerektiğinin bilincindedirler.
Kurulan bu ilk kadın cemiyetinde, kadının her alanda, hatta siyasette bile başarılı olabilecek yetenekte olduğu ileri sürülür. “Aile yaşamında kadınla erkeğin bilgi düzeyinin olabildiğince eşitlenerek uyum sağlanması, boşanma hakkının kadına tanınması, çok eşliliğin önlenmesi, evlenmede görücülük yerine eşlerin birbirini görüp tanıması gerektiği öne sürülür. Toplum içinde ayrı yaşamak zorunda kalan kadının toplumsal yaşama katılımıyla, kadınla erkeğin kalıcı bir ilişkiye girmesi gereği üzerinde durulur.”(Serpil Çakır, a.g.y.)
Cemiyetin “Kadınlar Dünyası” imzalı yayın organında: “Erkekler! Kadınlık yalnız meyve değildir!” denilir. Kadınlar, ev içi ve ev dışı yaşamda, özel ve toplumsal alanlarda, erkek bakışaçısının kadına, tıpkı nesnel doğa gibi, salt ‘ulaşılacak bir beden’, ‘kuşatılacak, elde edilecek ve tüketilecek bir av’ olarak baktığı ve bunun değişmesi gerektiği vurgulanır. Kadının ev dışı giysilerinin düzenlenerek bir ulusal biçim oluşturulması, çalışma yaşamına katılımının kolaylaştırılması, kadınlara geçim kaynağı sağlayacak çeşitli iş yerleri açılması, eğitimi için okullar açılması bilimsel araştırmalara katılabilmesi v.b. konular, Cemiyetin programında yer alır ve somut yaşama geçirilir.
Kadınlar, “İlerlemek ve yükselmek, mutlu yaşamak isteriz. her şeyi görüp anlamak istiyoruz. Yaşamımızı uygar yaşama, eylem dışılığımızı çalışmaya geçirmek istiyoruz. Bu da ancak toplum yaşamına karışmamızla, erkekler derecesinde hukuka kavuşmamızla geçerlidir” demektedirler. Böylelikle kadınlar, erkeklerden yardım beklemediklerini de açıkça belirtirler. II. Meşrutiyet’in toplumsal ve bireysel özgürlüklere açılmaya çalışılan ortamında kadınlar: “Biz hukukumuzu bizzat kendi bakış açımızla savunabiliriz” ve “10 Temmuz 1908’de erkeklerimiz hakimiyet haklarına, medeni ve insaniyet haklarına ulaştılar. Ah kadınlık! Sen hâlâ zulmet içinde kalacak mısın? Kadınlar… Kadınlar… Hürriyeti erkeklerimize vermediler, onlar zorla aldılar. Hak verilmez alınır. Biz doğal hukukumuzu ve medeniyetimizi isteyelim. Vermezlerse biz de zorla alalım” diyebilmektedirler.
Diyebiliriz ki; dünyadaki kadın hareketlerinin “batılı ülkeler dışında ilk somut ve özgün girişimi Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kuruluş evrelerinde ortaya çıkmıştır. İslâm ülkeleri içinde kadınların ilk uyanışlarını temsil eden Osmanlı kadın dernekleri, toplumsal yaşamda kadınlara farklı statü elde etmek amacıyla isteklerde bulunurlar. Bu istekler arasında siyasal hak isteği de vardır. 1920’ler, Türk kadınının siyasal hak için &oum
l;rgütlendiği yıllardır.” (Tansu Bele, Kadın Yazın Siyasa)
Bu arada Türk kadını, 1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında dünya kadınlarının yanı sıra savaşım verdiği kadın haklarını, ‘erkeğin tekelindeki’ insan haklarının içinde eritir ve erkeğiyle omuz omuza savaşarak ona en büyük desteği verir. “Ama Türk kadınları, dünyadaki hemcinsleri arasında belki de en şanslı konuma sahip olanlardır. Çünkü onların istekleri başka hiçbir ülke kadınına elvermeyecek biçimde bizzat Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk tarafından verilir. Kemalist çerçevede kadın-erkek eşitliği, aynı ulusal sorumlulukları ve idealleri olan kadın ve erkeklerin birbirleriyle eşitliği olarak sunulur. Mustafa Kemal, kadın konusundaki devrimci düşüncelerinin içtenliğini ve kararlılığını daha 21 Mart 1923’te Konya’da kadınlara seslendiği bir toplantıda şöyle dile getirmek-tedir: ‘Tutacağımız yol, büyük Türk kadınını çalışmalarımıza ortak yapmak, yaşamımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlaksal, toplumsal, ekonomik yaşamda erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve desteği yapmak yoludur.’ Atatürk kadınların, devrimlere öncülük etmesi gerektiği düşüncesindedir. Bu nedenle kadın hareketi Türkiye’de çağdaş kültürün öncüsü olurken toplumun batılılaşma süreci içinde de önemli bir rol oynamıştır, denmesi gerekir. (Tansu Bele, a.g.y.) Daha sonra Atatürk kadınlarımıza hukuksal haklarını yasalarla sağlayacaktır. Cumhuriyetimizin, kadın-erkek eşitliğine dayandığını yasalarla belgeleyecektir. O, her mesleği teşvik edecektir. 1928’e kadar kadın doktor yoktu. İki tane kadın mühendis vardı.
Peki; 2.Dünya Savaşı’ndan sonra kadınlar cephesinde neler olur? Kadın hakları bütün ülkelerde, yasalarıyla, hukukuyla güvence altına alınmıştır ya, iş bitmiş midir? Dünyada da bizde de kadının toplum içindeki bireyleşme çabaları hangi aşamalara gelmiştir? Gelişmiş ülkelerdeki ve bizdeki bütün savaşımlara, girişimlere karşın aşama kaydedilmiş midir? Dünyanın bugünkü acıklı durumuna baktığımızda, kadının şimdilerde akılca ileri, yani bağımsız bir konuma geldiğini söylemek ne kadar da zor! Evet: Kentli kadınlar erkeklere özgü bütün mesleklere el atmış durumdalar. Siyasaya ya da iş kurup yöneticiliğe bile soyunuyorlar. Oysa kadının eviçinde de evdışında da yeri hâlâ erkeğin iki adım gerisinde. Özellikle kırsal kesimlerde bu geleneksel biçim sürüyor.
Bu olguya bir de siyasal oluşum penceresinden bakarsak; kapitalizmin oyun-cağı erkeğin ‘çağdaş elma’sı kadının, aşk tanrıçalığına yükseltilirken (!) acaba hangi hak, hukuk, yasa, özgürlük, demokrasi isteklerine kavuştuğunu söyleyebiliriz? Atatürk’ün Türk kadınını erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve desteği yapmak çabaları nerelerde takılıp kalmış? Kadın haklarından geriye dönüş nasıl başlamış? Başka bir deyişle kapitalizmin küreselleşen dünyasında, dinlerce ‘Ya sak meyve’ sayılmaktan çıkan kadın, ‘yasal meyve’ye dönüşümü nereden kaynaklanıyor? Aşkı da küreselleşen piyasaya ‘özgürlük’ olarak süren kapitalizmin gücü baştanaşağı erkek! Ve erkek; eviçinden evdışına çıkmasına erkekçi bir tavırla izin verdiği kadını, siyasanın temeli olmuş piyasada satılıp nesne sayıp kullanıyor. Kullanıyor da kullanıyor! Bırakın aklını piyasayla bütünleştirip böylece düşünmede özgürleştiğini sanan batılı kadını; evdışında başına türban bağlayınca özgürleştiğine inanan kadınlar da ne yazık ki erkek kafasından doğan yapma ürünler olduklarının bilincine varamıyorlar. Onlar, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş kadınları, bugünlerde doğulu/ feodal/ gelenekçi/ dinci varlıklarını yalnızca bağımlılıklarına borçlu kafalarıyla, bir halt ettiklerini savunabiliyorlar!
“Erkeklerin siyasal maşası olmayı özgürlük sayıyorlar! Türkiye’de yarım yüzyılı aşkın bir süredir laik ve demokratik cumhuriyet devrimlerine karşı güçler, başta da İslâmcılar, “kadın sorunu”nun çözümünü yokuşa sürüyorlar. Böyle bir ortamda, Cumhuriyet Aydınlanması’nın kadınların davasında açtığı ufukları, özellikle de Medeni yasa Devrimi’ni her zaman savunmak (biz kadınlara ve laiklere düşüyor). Öte yandan ülkemizde, kadın özgürlük hareketinde, 1980’lerle başlayan ve Avrupa’daki rüzgârlara duyarlı değişiminin getirdiği zenginliğe de sahip çıkmamız (gerekiyor). (…) 12 Eylül 1980’de ülkede, insan hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılıyordu. Sol düşünce korkunç bir darbe yiyor ve sağcı, dahası şeriatçı düşünce ve güçlere-iktidara kadar- bütün kapılar açılıyordu. Türkiye’de bu koşullarda kadın hareketi ve feminist düşünce yeni ve değişik bir ivme kazanmıştı. Bunda en başta kadınların direnişi ve yaratıcılıkları rol oynamıştır. Hepsi de çağdaşlaşma ideolojilerinden yola çıkıyorlar ve birbirlerini tamamlıyorlardı. (…) Buna karşılık bugün kadınlar hâlâ sömürülüyor ve dövülüyor, ırzına geçiliyorsa da, kayıtsızlığın ya da erkeklere boyun eğmenin çağı bitmiştir. Kadınların devrimi gerçekleşmiştir; ona karşı çıkmak mümkün değildir.”(Server Tanilli, Türkiye Nereye Gidiyor, Cumhuriyet Gazetesi)
Daha seksen yıl önce aklının erkekten bağımsız olduğunu öne sürebilen Cumhuriyet kadınlarımız varken, bugün erkekten bağımsız bir aklı olduğunu ve erkeklerin aklıyla eşit düzeyde akla sahip olduğunu savunmayan kadınlarımıza ne yazık! Dahası bu hakkı öne süren kadınlarımıza da eviçlerinde ve evdışlarında gelsin koca dayağı! Baba dayağı! Töre cinayetleri! Yani türban varsa da dayak yoksa da dayak! Eee… Kafasını gözünü bağlayıp “erkek olmadan ben bir hiçim” diyen kadına, kanımca bunca dayak az bile! Kendisini erkeğin ayaklarının dibine koyan, aklının tanrı-babasının izniyle yalnızca aşk kölesi olma yoluyla özgürleştirdiğine inanan kadının ‘toplumsal yerini’ erkek dayağıyla belirlemesinden daha doğal ne olabilir? Başka bir deyişle bunu doğal sayan bir toplumun çağdaşlığından ne ölçüde söz edilebilir?
TANSU BELE / 31 Ekim 2008