Fatih Mika Gravür Sergisi


Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi
http://www.beyoglusanatgalerisi.com/

Fatih Mika Gravür Sergisi
08.10.2013 – 16.11.2013
Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi
Sergi Açılışı: 08.10.2013 Salı, saat: 17:30

 

Gravür sanatçımız Fatih Mika'nın yapıtlarından oluşan sergi 8 Ekim – 16 Kasım tarihlerinde, Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi'nde sanatseverlerle buluşuyor.


Fatih Mika
 

Fatih Mika 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Küçükçekmece Lisesi'ni bitirdi. Daha sonra İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki eğitimini yarıda bırakarak Yugoslavya’ya gitti, Sarayevo Güzel Sanatlar Akademisi Grafik (Gravür) Bölümü’nden 1985 yılında mezun oldu. İhtisasını da aynı Akademi’de Dževad Hozo Atölyesi’nde tamamladı. 2008 – 2011 yılları arasında Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde gravür teknikleri dersleri verdi.
 
Halen Foggia Güzel Sanatlar Akademisi'nde "Gravür Teknikleri" dersleri vermektedir.
 
Sanat yaşamı boyunca enerjisini bir ekol yaratmaya ya da herhangi bir ekolün içinde olmaya harcamayan Fatih Mika,  enerjisini gravürün anlatım olanaklarını geliştirmek ve yeni anlatım olanakları bulmak için kullandı. Gravürü bağımsız bir sanat dalı olarak kabul eden Fatih Mika, tüm yaşamı boyunca sadece gravür üretti.

Kaynak: http://www.fatihmika.com/turkish/biyografi.php

 

 

 

20 Kasım 2010 
*GRAVÜR YOLCULUĞU 

Fatih Mika´nın eski yıllardaki bir hocası, çalışmalarının gelecekte hangi yönde gelişeceğini daha o zamanlar sezinleyerek, onun hakkında “Japon duyarlılığına ve bir Alman dışavurumcunun eline” sahip bir gravürcü diye yazmıştı. Bu tanım, gravürcümüzün, herşeyden önce Japon ahşap baskı sanatının seçkin yorumcuları ile dış görünümde olmasa bile duygusal yakınlığının, daha genel olarak doğa karşısında Uzak Doğu´ya özgü olağandışı duyarlılığı paylaşmasının altını çizmesi nedeniyle, iki kez hedefini buluyor. 

Bu konuyla ilişkili olarak, Fatih´in, ölümcül ağların tutsağı olmakla birlikte hala kımıldayan balıklara ayırdığı sayfalardan veya balıkların kafa hatlarının izdüşümünde bir tür tarih öncesi fosiline dönüştükleri araştırmalarından söz edebilirim. Özellikle de, sanatçının ulaştığı niteliksel zirvelerden biri olduğuna inandığım, büyük usta Hokusai´ın ahşap üzerine oyduğu çok ünlü sazan balıklarını belleklere çağrıştıran San Pietro Balığının Ölümü gravürünü düşünmekteyim. Bunun yanısıra, kestirme ve hızlı çizgilerle canlandırılmış, uzun, mızraklara benzeyen yaprakları ile su bitkilerini de anımsıyoruz. Her ne kadar Fatih için tahta kalıplar yerlerini metal çukur baskı plakalarına bırakmış olsalar bile. Saygıdeğer hocanın yukarıdaki tanısı, bu Türk sanatçısını, göreceğimiz üzere, kendisi için çok önemli olmasına karşın, masalsı bir boyuta hapsetmemek gibi bir erdemi taşımakla birlikte – ki belirli bir anlamda ve aynı içerikte zamandışı bir değere ulaşabilirdi – bunun da ötesinde, onun çağdaş estetik arayışlarda yeni bağlantılar eğilimini aydınlatıyor ki bu da tam anlamıyla dışavurumcu dokunuşlardan diğer anlatım dillerine, örneğin lekeciliğe (tachisme) ve yazılara yer verilmesine (bu açıdan şair İlhan Berk´in portresi örnek gösterilebilir) kadar uzanan bir dağılım aralığında oluşuyor ve en sonunda ortaya çıkan solgun eriyişler ki bunlar bir tür girişim örüntüsü, içgüdüsel olarak resmiyetten uzak bir tarzı çağrıştırıyor. 

Bu noktada, özgeçmişe ilişkin bir kaç veri, yalnızca eleştirel tartışmayı kolaylaştırmakla kalmayacak, bunun da ötesinde İstanbul yakınlarında, Türkiye´nin Avrupa´daki kıyısında, aynı adı taşıyan göl ile Marmara Denizi arasında uzanan Küçükçekmece´de büyümüş olan Fatih´in çalışmalarını anlamaya yarayacak bilgiyi de sağlayacak. İşte bu olağanüstü ve haklı olarak ünlenmiş doğal ortam, en azından bir kırk yıl öncesine kadar, zengin ve ç
ok çeşitli bir fauna´yı barındırmasıyla öne çıkmıştı, ancak günümüzde çevre kirliliğinin ölümcül ilerleyişi ve kontrolsuz bir kentleşme bu özelliği bir ölçüde olumsuz olarak etkiledi. 

Kesinlikle, doğa ile doğrudan temas ederek yaşanan çocukluğun ve gençliğin anılarıdır ki sanatçımızın bir araya getirdiği, hayvanların ve bitkilerin işlendiği dizilerde kendisini en güçlü bir şekilde hissettiren motivasyonu oluşturmaktadır. Bunun yanısıra, Fatih´in bu anılarına daha da güç katan başka bir etken de çok ünlü yazar Sait Faik´in İstanbul ve çevresindeki hayvanların, özellikle de kuşların ve balıkların yaşamlarını anlatan fantastik ve şiirsel öykülerini okumuş olmasıdır (Fatih bu konulara özellikle 1993-1996 yılları arasında eğilmiştir). Güvercinler ( kimi uçuşta, kimi kayalara, kimi damlardaki kiremitlere, kubbelere konmuş) ve şahinler, ördekler, kediler ve uzun karınca alayları ve yanardöner pulları ile balıklar ve deniz kabukları, bunların ötesinde manolya çiçekleri ve dallar ve yapraklar ve bataklık bitkileri… Büyük bir olasılıkla, Mika´nın nostalji dolu, masalsı anlatımların izlerini taşıyan bu gravürleri onun en başarılı eserlerinin çoğunu oluşturuyor. Doğanın ulu kitabı, gravürcünün gözlerinde bitmez tükenmez bir masal kitabına dönüşüyor. 

Bugün Mika çoklu kültürel kaynaklara sahip bir sanatçı: Doğum yerinden ve silinmez izler bırakan Türkiye´deki formasyonundan ( bu kapsamda başlarından hiç eksik olmayan kırmızı sikkelerle Danseden Semazenler; veya gökyüzüne uzanan minare ve kubbe siluetleri ile İstanbul´un büyüleyici profilleri veya halılar, masalların bu büyülü taşıtları, akla geliyor) daha önce biraz söz etmiştik. Ancak sanatçı ayrıca, saygın bir grafik ve gravür okuluna sahip olan acılarla dolu Bosna´nın Sarayevo kentinde gravür eğitimi almıştır. Bosna´da uğraştırıcı ve sabır gerektiren gravür tekniklerine hala önem verilmekte ki bu sanat dalının, aceleci ve paragöz Batı tarafından zamanla daha bir doygunluk sağladığı söylenebilecek sanatsal anlatımlara ağırlık vererek ihmal edildiği söylenebilir. En sonunda İtalya´ya, Roma´ya ayak basış ki Fatih Mika´nın tüm gravür eserleri arasında bu kente adanmış olanlar oldukça fazla: Trevi Çeşmesi´nin gece görüntüsünden başlarsak, Neptün ve deniz atlarının, gün ışığında akla bile gelmeyecek şekilde, karanlıkta düşsel bir dinamizmi şekillendirmekte olduğunu görürüz. Ayrıca, İtalya´nın başka bir yankısını, 1992 yılında yapılan ve oniki adetten oluşan bir suit (takım) oluşturan, Montale stili “Mürekkep Balığı Kemikleri” gravürlerinde görmek olası; öte yandan sanatçının genellikle yaz aylarını geçirdiği İschia Adası´ndaki Aragon Kalesi´nin görüntülerini de onun yine bu İtalyan eksenli esin kaynağına bağlayabiliriz. 

Bilindiği gibi, bir gravür sanatçısının atölyesi aklımıza bir simyacının laboratuvarını getirir: Oyucu asitler, leğenler, gravür mürekkepleri, kocaman kollu gravür presi, bütün bunlar bir şekilde, imbikleri, damıtma aygıtlarını, kaynayan ve dumanlar çıkartan sıvıları ve her şeyden önce de modern kimyanın (ve ezoterik ritüellerin) öncüsü olan simyacıların uygulamalarına eşlik eden o gizemli aura´yı çağrıştırır. 

Gerçekten de, hem simyacının deneyleri hem de gravürcünün çalışmaları, beklenmeyene, yaratıcısının önceden tam olarak belirlemekten yoksun olduğu sonuçlara doğru izledikleri yollar olmakla birlikte, uygulama süreci başlangıçtaki amaçları da etkiler ve değiştirir. İşte böylece, bir gravür presinin çevresinde her zaman uçuşan o gizemli bileşken, Fatih Mika´nın atölyesinde de öylesine tanıdık bir niteliğe sahip. Sanatçımızın , çeşitli çukur baskı yöntemleri – ki bunların hepsini gerçek bir ustalıkla uyguluyor- arasında şeker-çini tekniğini özellikle tercih etmesi bir rastlantı değil, böylece sonuçlardaki beklenmezlik öğesi daha da belirginleşiyor. Mika uzun süreli asit banyosu kullanıyor ve bu yöntemle baskı kalıbı ile rölyef (alçak kabartma) arasında bir yerlere konumlandırılabilecek plakalar elde ediyor. 

Bu noktada, Fatih Mika´nın eserlerinde yakaladığımız gizem öğesinin, ürkütücü varlıklardan daha çok, masalsı çağrışımlardan kaynaklandığını ayrıca belirtmekte yarar var. 

Nitekim, artık ağa takılmış ve sonları gelmiş olan balıklar örneğinde olduğu gibi, bir masalın içinde dramatik ve trajik motifleri de barındırabilmesi, hiç de aykırı ve şaşırtıcı bir durum değil. Masalsı resmin mükemmel bir örneği olan, Floransa´da Medici-Riccardi Sarayı´ndaki Benozzo Gozzoli´nin Üç Bilge´nin Geçit Töreni freskini ele alalım: Şövalyeler üzerine kurulmuş, artık uzak bir geçmişte kalmış, ancak resim sanatının mucizeleriyle geri getirilebilecek mutlu bir rüya olarak algılanmış olan bu betimlenemez masal, en dramatik zirvesine, hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde, bir şahinin pençelerine düşen ve öldürülen zavallı tavşanın oluşturduğu ayrıntıda ulaşmakta. 

Carlo Fabrizio Carli 
Ekim 2010 Roma 
Türkçesi Lale Gürsel 

*Fatih Mika’nın Küçükçekmece Belediyesi Cennet Kültür ve Sanat Merkezi’nde  4 Aralık 2010 – 10 Ocak 2011 tarihleri arasında düzenlediği kişisel sergisi kataloğunun sunuş yazısıdır. 

 

 

 
Sayfa düzeni: Tenise Yalçın evetbenim
tenise.yalcin@gmail.com
Kaynak:İleti Davetiye/ Fatih Mika – http://www.fatihmika.com/
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir