KADIN NEDİR?


                                             KADIN    NEDİR?

 

 

           Kadın öncelikle insandır. Yıllar önce bir ünlü yazarımız bana; “Sen önce kadın sonra yazarsın” dediğinde şöyle bir düşünmüş ve: “Hayır. Ben önce insan, sonra yazar, sonra da kadınım” demiştim. Çok şaşırmıştı. Ama sözlerim benim açımdan doğruydu. Çünkü ben, kadının erkekle eşit olduğunu, onun da erkek gibi kendini yönlendirecek bir aklı olduğunu, insan olanda aklın cinsiyetten önce geldiğini dahası kadınla erkekteki ortak aklın cinsiyetinin omadığını ilke edinen bir kuşak içinde yetişmiştim. Kısacası Cumhuriyet döneminin tekne kazıntısı, 68 kuşağındandım. Bu nedenle kadınlığımın, aklımın önüne konulması beni incitmişti. Dahası bir yazara kim: “Sen önce erkeksin, sonra yazarsın” diyebilir? Saçma sayılmaz mı böyle bir söz? Erkekliğini öne sürmek nasıl bir erkek yazara yakışmazsa, kadınlığını kullanmak da bir kadın yazara uygun düşmez. Yazar; yazdığıyla ortadadır. Yani aklı ve becerisiyle…

     Geçen yıllar bana “kadınlık” konusunda çok şeyler öğretti. Simone de Beauvoir’ın; “Kadın doğulmaz, kadın olunur” dediği gibi, “kadınlığın, toplumsal bir yükümlülük, bir görev” olduğunu ben, yaşadıkça öğrendim. Buna karşılık hiçbir zaman öğrendiklerim, “kadının önce insan, yani erkek gibi aklı olan bir canlı olduğu” inancımı yıkamadı.    

     Bu satırları yazmamın nedenine gelince; son günlerde Barcelona’da yapılan Dünya Atletizm Şampiyonası’nda kadın atletlerimizin gösterdikleri başarıları, ekrandan soluk soluğa izlemiş olmamdır. Biliyorum; bu başarılı atletlerimizden ikisi Afrika kökenli; ama ben bu konuda ırkçı değilim. Onlar bence Türk’türler. Çünkü bu ülkede yetiştiler, eğitildiler. Bu da onları bağrıma basmam için yeterli. Ayrıca iki atletimizin dışındaki kadın atletlerimizin çabalarını da hiç küçümsemiyorum. Çünkü onlar da bence inanılmaz dereceler gösterdiler, Avrupalı kadın rakipleri arasında… Bugün beşinci olan, yarın birinci olabilir. Bunu da zaten, Afrika kökenli sporcularımız göstermişlerdir. Bir başka açıdan, Cumhuriyet döneminde kadınlarımızın spor dışında  her alanda  gösterdikleri başarıları düşününce, bunu Cumhuriyetimizin çağdaş eğitim gücüne bağlamadan edemiyorum. Cumhuriyetimiz, Atatürk’ümüzün kadınlarımıza verdiği değerle bir kat daha yücelmiş, kadınlar çağdaş eğitimin onlara sağladığı olanaklarla, en önemlisi de eğitimde kız-erkek eşit koşullarda yer almalarıyla hiçbir İslâm ülkesinin erişemediği bir düzeye yükselmiştir. Kent yaşam alanları içinde kadınlarımız, her iş kolunda inanılmaz ilerlemeler kaydetmişlerdir. Cumhuriyet dönemine dek peçe takan, çarşaf giyen, kafes arkasında oturan, yeri ancak erkeğini hoşnut etmek ve çocuk büyütmek olan kadınımız, yeni dönemle birlikte toplumsal yaşama açılmış, eğitim görmüş ve iş yaşamında, dış dünyad
a kendi yerini belirlemiştir. Önce yazın dünyamızda başlayan ve şair, romancı kadınlarımızla süren “kadının topluma açılma” savaşımı, Cumhuriyet’le birlikte büyük bir ivme kazanmış, kadın hakları konusunda atılan adımlarla Atatürk’ün öncülüğü kadar eğitimli kadınlarımızın da rolü büyüktür- kadınlar, bütün öğrenim alanlarında yer almışlardır. Eksik olan alan, bence bir tek spor alanıydı. Onu da Süreyya Ayhan’la başlayan devinim, bugünler-de çok güzel bütünlüyor. Bu yüzden sevincim sonsuz.   

     Ancak yine biliyorum ki bu; ülkemizde madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Öbür yüzü ise tam tersinedir. Şöyle ki; yine bugün Anadolu coğrafyasına baktığımızda, kadının yerinin özellikle kırsal alanlarda- kocasının ve ailesinin elinin altı olduğunu açıkça gözlemliyoruz. Yani Cumhuriyet atılımlarının dışında kalmış yörelerde kadının adı sanı yok. Kadın, tarlada ve evde, ocak başında çalışıp duruyor ama onun bu yolla, aklını yaratısıyla birleştirip toplumsal yaşamda bir yer alabildiğini söyleyebilir miyiz? Kadın yine evi, yuvası ve kocası için çalışıyor. Buna karşılık kocası kahvede oturuyor! Peki, kadın evi, yuvası için çalışmasın mı? Elbette çalışsın. Ama bu, erkekle kadın arasında eşit paylaşılmış biçimde olsun! Oysa Ana-dolu’da kadın, erkeğinden izinsiz sokağa bile çıkamaz, genç kızsa gönlünün istediğine varamaz, okutulmaz, mal gibi alınıp satılır, haberi bile olmadan küçücük çocuk yaşında kocaya verilir, babasının ve kocasının karşısında hiçbir konuda ağzını bile açamaz. Açtığı anda ya dövülür ya da öldürülür. O; evi ocağı için durmaksızın çalışmak zorundadır. Sırasında koca-sının ailesine de bakmak zorundadır. Kadın aile içi ensest ilişkiye bile zorlansa, bir şey söyleyemez. Onun yeri hâlâ köylerimizde “öküzün yerinden sonra”dır. Kadının birincil görevi ailesi ve kocasının isteklerini yerine getirmek ve onlar için çalışmaktır. Kimileri Anadolu kadınının bu durumu için “onlar kentli kadınlarımızdan daha özgür” falan da deseler, kadının erkeğe köle gibi bağımlılığı, bütün baskısıyla sürüp gitmektedir. “Erkeğini yönetmenin” özgürlük olduğunu savunanlar, kadınlarımızın erkek egemen toplumca nasıl kullanıldıklarının ayırdında bile değildirler. “Yuvasının egemeni” kadın, şiir yazabiliyor mu? Matematik problemi çözüyor mu? Resim yapıyor mu? Aman canım, bunları yapacak da ne olacak? Sporcu olacak da ne işe yarayacak? Okuyacak da Bağdat’a kadı mı olacak? Otursun evinde, üç çocuk doğurup kocasına baksın! Kadın için Anadolu’da özgürlük budur çünkü… Çok sıkılırsa örgü, halı falan örer, özgürlüğünü bunlara döker. İşte; bugün Anadolu’da kadına bakışaçısı ne yazık ki hâlâ budur. Kadının yaratıcılığı evinin içine kilitlenmiştir.               

    Oysa toplumsal yaşam, kadın erkek paylaşıldığında, ortaklaşa dillendirildiğinde güzel ve verimlidir. Kadın da tıpkı erkek gibi yaratacak ki; toplum devinip gelişsin… Toplumsal yaşam erkeğin omuzlarına yüklenince o da yalnızlaşmaz mı? Örneğin kadın araba kullandığı gibi onu yaratacak da… Bisiklete binecek, gemi, uçak kullanacak, dünyayı dolaşacak, Amerika’yı yeniden keşfedecek, uzaya gidecek aracı yapacak… Böylece dünya, tek sesli, yani erkek egemen bakışlı olmaktan kurtulacak! Bir elin nesi var, iki elin sesi var, dememiş mi atalarımız? Bugün toplumsal düzende en çok yakındığımız konulardan biri; kapitalist düzenin ataerkilliği. Bütün toplumsal kurumların ve yönetimlerin, bilimlerin, sanatların yaratıcısı erkek, dünyayı yönetiyor. Ya da yönettiğini sanıyor! Eğer böyle olmasaydı, kadın parmağı toplumsal yönetimde daha fazla söz sahibi olsaydı, yeryüzü şu içinde bulunduğu doğal ve sosyal yıkımların içinde olur muydu? Bence olmazdı! Çünkü kadında, erkekten çok daha fazla yaşama sahip çıkma güdüsü baskındır. Rekabet ve doğaya hakim olma erkeksi bir güçtür ama kadının gücü, yaşamı sürdürme savaşımından geçer.

      Anadolu kadınının durumunu düşünürken nerelere geldim? Oysa asıl sormam gereken sanırım şu olmalı: Cumhuriyetle birlikte kentlerimizde başlayan kadın hareketi ki Cumhuriyetin kuruluşundan önce başlamıştı sonrasında neden kırsal kesimlerimize yayılamadı?

Kentli kadınımız okuma ve eğitim, çalışma ve iş olanakları bulurken kırsal kesim kadınımız hâlâ neden aile ve töre kıskacında? Bunun nedeni Atatürk devrimleri olamaz elbette; ama olsa olsa, bu devrimlerin yeterince ivme kazanıp yurt geneline yayılamamasında olabilir. Bunun nedenlerine gelince de… İşte bu da, bundan sonraki yazımın konusu olsun. Gelecek yazımda, devrimlerimizin ve kadın haklarının neden kırsal yörelerimize yayılamadığını, birlikte düşünelim isterseniz. Bu kez; Halide Edip Adıvar’ın mandacıdır ama sıkı Atatürkçüdür de bence kendisi “Döner Ayna” romanından da eklemeler yapalım. Çünkü Anadolu kadınının köle durumuna ışık tutan eşsiz bir yapıttır o. Şimdilik hoşça kalın.         

Tansu Bele/ 2 Ağustos 2010

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir