KADINLAR I-IH! DERSE
Şimdi konusunu tam anımsayamıyorum: Yıllar önce izlediğim bir tiyatro oyununun adıydı “Kadınlar I-ıh! Derse”. Dediğim gibi konu aklımda kalmamış ama oyunun ana düşüncesi sanırım erkeklere sözünü geçirebilmek için onlarla yataklarını ayıran kadınlara ilişkindi. Açıkçası erkek egemen görüşe başkaldıran kadının serüveniydi oyun.
Kadının erkeğe söz geçiremediği erkek egemen toplumsal düzen, üç dinde de yüzlerce yıldır vardı. Engels’in “Ailenin Kökeni” değerlendirmesiyle –kısaca toparlarsam- feodal aile bağlarında ve akraba ilişkilerinde mal ya da sermayenin aileyi yöneten kişide toplanmasıyla ortaya çıkmıştı. Ne var ki sanayi devrimleriyle birlikte bu olgu ilk kez çatırdamaya başlar. Bu çatırtının yanı sıra üç göksel dinde de başkalaşım istekleri görülür. Üç dinde de diyorum; yani Hıristiyanlığın yanı başında Museviliğin de bir dönemece girdiğini öne sürüyorum: Nasıl ki Hıristiyanlık bilim ve sanayi devrimleriyle birlikte eleştirilere uğramışsa Musevilik de ticaret yoluyla yeni dünya düzenine açıldığından feodal geleneklerini büyük ölçüde bırakmak yoluna girmiştir.
İslâm’a gelince değişim isteği için ancak 20.yüzyıl Türkiye’sinin kuruluşu beklenmiştir. Çünkü feodal toplum yapısıyla birlikte şeriata (hukuk) kilitlenen Müslümanlık, devlet yapı-lanmasıyla bütünleştiğinden bilimsel devrimlere açılamamış ve sanayi aşamasına geçememiştir. Ticaret anlayışı da buna bağlı olarak feodal kalmıştır. Bu oluşumun en çarpıcı örneği Osmanlı İmparatorluğu’dur. Osmanlı’nın ticareti (merkezi İstanbul’un ekalliyeti / özellikle Yahudi halkıyla birlikte) Avrupa’ya açılmışsa da (!) devleti şeriata dayalı, dolayısıyla feodal yapıdaydı. Sanatı ekalliyetin/ Hıristiyan ve Musevi azınlığın etkisinde (örneğin müziği) kalsa da devlet yönetiminin hukuksal düzeninin şeriatla ortak yönetimi; Osmanlı’nın değiştirilemez özelliğiydi. Osmanlı Devleti bu yüzden imparatorluk (monark) niteliğini yüzyıllarca korumuştur. Bütün imparatorluklar gibi dinsel oluşu nedeniyle gücünü halklar üzerinde sürdürmüştür. Bilindiği gibi 20. yüzyıl başında (İngiliz sömürge imparatorluğu parçalanırken) üç imparatorluk ayaktakalmıştı: Avusturya-Macaristan, Çarlık Rusyası ve Osmanlı İmparatorluğu. Onlar da ard arda yıkıldı.
Laik Türkiye Cumhuriyeti bir feodal/ dinsel şeriata dayalı toplum düzeni olan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kuruldu. Atatürk devrimleri sınıfsal bir savaşımın sonucu olarak ortaya çıkmadı. Devletin dinsel/ feodal yapısını değiştirmek amacıyla gerçekleştirildi. Dinle devlet ayrıldı: Laiklik, dinin inanç (toplumsal vicdan) alanına bırakılmasıdır. Ne var ki yeni devlet laik olmakla birlikte ağalı, şeyhli, şıhlı, tarikatlı feodal toplum yapısını değiştirmeye yeterli olmadı. Toplumun yarıdan çoğu kırsal / feodal / cemaatçi din kaynaklı geleneklerine bağlı kaldı. Çünkü sanayi hamlesi tamamlanamadı. Ben başörtüsü (salt türban değil) gerçeğini de bu gelenekler çerçevesinde görüyorum. Başörtüsü; kırsal/ feodal/ dinsel/ cemaatçi bir gelenektir. Sanayileşme dönemi tamamlanamadığı için (toprak reformunun yapılamaması bu sürece bağlıdır) kırsaldan kentlere hızlanan göç, Türkiye Cumhuriyeti’nin kentsel laik yapısını etkileyip, feodal gelenekleriyle kent kökenli Cumhuriyet’i tehdit etmeye başladı. Feodal/ dinsel gelenekler, erkek egemen toplumsal yapılanmanın taşıyıcısı olduğundan sonuçta dinsel şeriat devletinden laik kentsel düzene geçişin tam gerçekleşememesinin faturası kadına çıktı.
Bu madalyonun ön yüzünde kırsal feodal erkeğin şeriatçı, tarikatçı baskın tutumu varsa, öbür yüzünde de aynı erkeğin tam kentleşememiş, sanayileşememiş bir toplumun işsiz, yoksul ve köylü kafalı kalmış erkek tutumu vardır. Yine Engels’in deyimiyle kapitalizm sürecine feodal yapılanmaların (aile örneği) sızmış, geçmiş oluşu da vardır. Kentli burjuva erkeğin, köylü erke egemen bakış açısını da sürdürmesi bundandır, neredeyse genlerine sinmiş kırsal kesim erkeği modelindendir.
Kısa keseyim: İş kadınımıza düşüyor. N zaman ki, salt erkek egemen kafanın ona öğrettiği ve dayattığı dinsel (başörtüsü gibi) yapılanmasına karşı kadınımız, kendisine tepeden inme (ve Atatürk’ün çağdaş eliyle) verilen haklarına:
“I-ıh! Ben okumak, çalışmak, iş istiyorum. Bunun için bana örtü mörtü de gerekmiyor. Erkek kafasının değişmesi gerekiyor. Onun, başörtüsünün dinsel bir uygulama olmadığını anlaması gerekiyor. Bu yüzden de ben erkeklere ı-ıh! diyorum. Çünkü ben erkeği pışpışlamak için gelmedim dünyaya. Erkek- kadın eşittir. Ayrıca bunları istediğim için de ben namussuz, dinsiz değilim. Haydi alın türbanınızı… ve başörtünüzü! Yalnızsam yalnızım. Benim dünyadaki tek görevim yalnızca çocuk doğurmak değil. Tamam mı? Ben tek başıma da ayakta durabilirim” diyerek sahip çıkabilirse o zaman bu ülke kurtulacaktır.
Çünkü o zaman Cumhuriyet devrimlerinin gerçek değeri anlaşılacak, yerine oturacaktır. İşçi hakları da birlikte gelecektir: Kadın erkek omuz omuza! Solcuların başörtüsüne sıcak bakmaları, ayrıca Atatürk’e çatmaları ve yanılgıları büyük bir aymazlık bence. Atatürk haklıdır: Önce kadında da erkekte de dinsel/ feodal/ aşiret/ tarikat/ cemaat yapısı değişecek ve sanayi toplumu kurulacak, sonra işçi hakları ve sınıf savaşımı gerçek anlamıyla gündeme gelecek… Ve… GELECEK!
Ey solcular, ey bu ülkenin aydınlık insanları uyanın! ABD ve AB ülkemizde (ve dünyada) etnik ve feodal dinsel yapılanmayı boşuna kışkırtmıyor. Bunu da kadın aracılığıyla sizlerin üzerine yıkıyor. Ey genç kızlar uyanın! Tarikatların elinde para, ana baba uğruna oyuncak olmadan başlarınızdaki türbanı atın! Emperyalizmin oyununa gelmeyin ve annelerinizin başındaki, dinsel açıdan hiçbir değeri olmayan başörtüsünü de açın! AÇIN!
TANSU BELE