KADINLAR UMUT’SUZ KALMASIN
Adı “Umut”muş: Öz babasının, kafasına dayadığı tabancasından çıkan kurşunlarla can vermiş. Bu on altı aylık oğlan çocuğunun ölümü aylardır aklımdan çıkmıyor. Yılbaşı gecesi sıradan bir aileyi darmadağın edişiyle, onu bir anda kamuoyunun önüne koyuveren bu öldürü olayını gazetelerde okuduğum zaman yüreğim öylesine burkulmuştu.
Olay yalnızca minik Umut’un ölümüyle noktalanmış olsa, “eh, hadi neyse” diyeceğim belki –elbette diyemem ya-, ama işin gerisi daha da ürkütücü: Çünkü Umut’un annesi de babanın elinden kaptığı tabancayla onu öldürüyor. Annenin solgun ama kaskatı yüzünü yansıtan resmine bakıyorum ve olayı özetleyen açıklamasını okuyorum: “Kadın, evde kuması (bir de değil iki tane) bulunduğunu, bunlardan birinin eşine, Umut’un babasının başkası olduğunu söyleyerek anneyi boşayıp kendisini nikâhlamasını istediğini, adamın da önce Umut’u vurup ardından da kumayı öldürdüğünü anlatıyor. Daha sonra da anne babayı öldürmüş.”
Kadının anlattıklarını okurken irkiliyorum. Gözlerime inanamıyorum. Okuduklarımı kavrayamıyorum. “Bu nasıl iş?” diye soruyorum kendi kendime; “Nerde yaşıyor bu insanlar? Biz nerde yaşıyoruz? Bu nasıl Türkiye, nasıl ülke?” Olay bana öylesine karmaşık, içinden çıkılmaz ama aynı ölçüde de vurucu geliyor ki. Olup bitenleri anlamakta güçlük çekiyorum. Olayı açıklıkla çözebilmek için yeniden okuyorum. Bir evde aynı erkeğe hizmet eden üç kadın ve çocuklar… Aman Tanrım! Acaba kadınlar ne olarak görüyorlar kendilerini, erkek ne? Ne yönden bakılırsa bakılsın insanlık dışı bir durum!
Bu arada olay üstüne yazılan bir köşe yazısına (Cumhuriyet Gazetesi- Hikmet Çetinkaya) göz atıyorum. İki üç gün birkaç gazetede (televizyonlarda da) olayla ilgili “haber” niteliği süren anlatımları ki birbirinden başka da yazıyorlar. Örneğin Umut’un annesinin öldürülen öbür kuma olduğu vb. ilgiyle izliyorum. Sonunda şu sonuca varıyorum ki gerçekte olup bilen, son derece açık, yalın ve ortada: Yani medya, içinde bulunduğumuz toplumun bugünkü kadın-erkek ilişki biçemini ve aile yapısını (çok uç bir örnekle de olsa) olduğu gibi ortaya koymakta, gözler önüne sermekte.
Gerçekte bu olay yeni değil. Dahası tek de değil. Ben birkaç yıl önce gazetelerden öğrendiğim bu olayı, son günlerde yine bir kadının (Sibel Üresin) “iki eşliliği” ya da “erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesini” savunmasını gazetede okurken anımsadım. Bir erkeğin birkaç kadınla evlenmesinin kadınlara mutluluk getireceğini öne süren bu “kadının” sözleri karşısında şaşırdım kaldım. Çünkü geçmişte bu tür evliliklerin var olduğu düşünülse bile, günümüzde kadınların dindar olanların da- iki eşli ya da çok eşli ve kumalı evlilikleri kabul edeceklerini aklım almıyor. Bunun da en açık kanıtı; yukarıda andığım olayın toplumsal varlığı değil mi? Ayrıca “Umut” olayı, toplumumuzda tek de değil; onun gibi birçok “yaşanmış” ya da “yaşanmakta olan” örnek var. Nice erkek eliyle öldürülen kadın, medya sayfalarını her gün doldurup taşırmakta. Yani kadının mutluluğu, hiç de o kadın kişinin belirttiği gibi erkeğin bir-kaç kadınla evlenmesine bağlı değil. Kadın, tek de olsa çift de olsa erkeğin elinde, durumu zaten değişmiyor. Bunu bir de, üzerine ikinci kadın getirerek daha da ağırlaştırmanın anlamı ne? Yaşanan olaylar da gösteriyor ki kadın her zaman ve her koşulda erkek tarafından zaten suçlanmaya ve öldürülmeye hazır: Çünkü o, erkeğin kölesi; erkek onu istediği gibi kullanabilir olduğu sürece kadın susmak zorunda!. Erkek ona susmayı da buyurabilir! Üzerine başka kadın getirse de getirmese de, kadın erkeğin her sözünü dinlemek zorunda! Ama acaba erkeğin sözüne zor belâ boyun eğen kadın gerçekte mutlu mu? Olabilir mi? Oluyor mu? Hele üzerine bir de başka kadın geldiğinde sesini çıkarmıyorsa, bu onun mutlu olduğunu mu gösterir?
Yoksa kadınlar köleliği isteyerek, kendi istençleriyle kabul ediyorlar da olayı kafamda büyütüp ben mi abartıyorum? Ama hayır. Sanmıyorum. Umut’un annesi bana onu aktaran medyanın kucağından dönmüş bakıyor ve anlatıyor:
“Görüyorsun, ben gerçeğim. Toplum kadar gerçeğim: Kadınlığım, anneliğim, insanlığım, giderek insansızlığım, yalnızlığım, köleliğim, sömürülüşüm, baş eğmişliğim, suskunluğum-la… Dahası başkaldırım ve can alıcılığımla. Beni sana bir ‘tanıtan’ olmasa da ben varım. Toplumun kanayan bir yarası gibi. Tıpkı bir bedeni çürüten kangrenli bir kol, ağrıyan bir ayak, irin toplamış bir bıçak yarası gibi. Ama ya bir ‘duyuran’ım da olmasaydı? Onun için beni gözler önüne sergileyene sakın suç bulma, tersine öp de başına koy: Çünkü bir suç varsa eğer, beni sergileyende değil gizleyip de sergilemeyende. Görüp de bildirmeyende. Bilip de susanda. Beni mutlu gösterip de herkesi kandırmaya kalkanda.”
Gerçekten de kadınımızın sosyal, yaşamsal durumunu bizlere gösteren gazeteler (medya), kitaplar, filmler olmasaydı, belki de o, erkeğini öldürse de sesini topluma duyuramayacaktı!
Ayrıca gazetenin (ve romanların) ülkemizde ilk yayınlanmaya başladığı 1875’li yıllarda, kadın haklarının gündeme getirilebildikleri de bir gerçek. O yılların (Osmanlı) gazeteleri, dergileri, kadınların erkeklere isyanları ve çığlıklarıyla dolu! Kumalığın Osmanlı hareminden topluma dek yaygın olduğu yıllarda, kadınlar “güdülecek birer hayvan ve yenilecek birer meyve” yani erkeğin cinsel kölesi olmadıklarını haykırıyorlar! “Kadınlık yalnızca meyve değildir” diyorlar (Kadınlar Dünyası, 1913). Yani düşünce özgürlüğü ilkin bu ülkeye basın yoluyla girmişse, kadın özgürlüğü de yine ilk kez basında dile getirildi 1900’lerde. Edebiyat yapıtları da arkadan gelmekte gecikmedi. Düşünüyorum da, bir yüzyılı aşkın bir süredir, yani ta Osmanlı (Tanzimat) döneminden bu yana toplumumuzdaki kadınları ve onların sorunlarını dile getiren ne kadar çok yapıt ortaya kondu! Dahası giderek kadınların erkeklere köleliğini konu edinen ne çok kadın yazar çıktı! Ama bu yapıtların kaçta kaçı toplumca okundu? Toplum biliyor mu bunları? Tanıyor mu? Sonuçta baştan aşağı erkek toplum, yine bildiğini okuyor mu? Peki, toplum bunu nası
l, hangi yolla sürdürüyor? Osmanlı’nın şeriat düzenini bugün savunmaya kalkan yönetimler sayesinde değil mi?
Buna karşın yine de kadın sorunu, edebiyat yapıtlarında yıllardır sürekli işlenen baş konu: Evlilik kurumundaki geleneksel çarpıklıklar, daha ilk Türk romanında (Şemsettin Sami, Taaşşuk-i Talat ve Fitnat, 1872) nasıl da cesaretle anlatılır? Çokeşliliğin (Nabizade Nazım, Karabibik 1890, Zehra 1895), aşksızlığın (Halit Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu 1900, Kırık Hayatlar 1901) yol açtığı yaralar, neredeyse yüzyılı aşkın bir süreç öncesi ustaca betimlenir. Giderek bu yapıtların açtığı yoldan yürüyen çeşitli yazarlar, “yazdıkları dönemin toplumsal yaşamını tarihçilerden daha gerçekçi olarak yansıtırlar.” (Ayşegül Y. Başbuğu, Elinin Hamuruyla Özgürlük). Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar kadının Türk toplumundaki konumunu özellikle işleyip vurgulayarak “tutuculuklara karşın, kadının toplumsal yaşamdaki yerinin hızla değiştiğini ortaya koyarlar: Bu yapıtlarda gösterilen, kadının değiştiği, çünkü Türkiye’nin, Türk insanının değiştiğidir.” (Ayşegül Y. Başbuğu, Elinin Hamuruyla Özgürlük).
“Öyleyse” diyorum, “Bunca sergilenişine karşın kadın, bu toplumdaki çarpık konumunu aşamamışsa ve bugün hâlâ, anlatıldığından, dile getirildiğinden bile daha acınası biçimde yalnızlığının ve ezilmişliğinin ürkünç trajedisini yaşıyorsa bunun nedeni çarpık toplumsal düzeni daha da çarpıtıp sürdürmek isteyen devlet yönetiminden başka ne olabilir? ”
Neden olmasın? İşte o olay yine karşımda duruyor. Günlük gazetede başından geçenleri anlatan kadın şöyle sesleniyor:
“Severek evlendiğim kocamın dayağına dayanamayıp baba evime kaçtım. Ama geçim güçlüğü yüzünden eşime geri döndüm. Çalışma olanağım yoktu. Eşim bu arada iki kadını daha imam nikâhıyla almıştı.” Akıp geçen bunca zamana ve cumhuriyet devrimlerine karşın bu toplumsal düzeni kadına dayatan nedir? Dahası böyle bir düzende bir kadın çıkıp da çok eşliliği savunabiliyorsa onun arkasını yasladığı yer neresidir? Herhalde basın değil, dinci yö-netimin kendisidir! Çünkü onu “teşhir” eden de yine basındır!
Aklıma bu kez de yönetmeni kadın (Bilge Olgaç) olan, “Berdel” ve “Kaşık Düşmanı” adlı filmler geliyor. Her ikisinde de çarpık kırsal geleneklere sımsıkı yapışmış olanlar erkeklerdi, ama onları kırmak isteyenler de kadınlar! Demek ki toplumsal değişimi gerçekte kadın büyük bir güçle istemekte. Açık göstergesi de ortada: Yüzyıl önce kadın, kendisini döven eşinden kaçmayı ve baba evine dönmeyi göze alabilir miydi? Kırsal kesimde olabilir miydi böyle bir olay? Kadın çalışmayı düşünebilir miydi? Ya da kuma yüzünden eşini öldürmeyi? Demek ki değişmeyen ve tutucu değer yargıları önünde değişen davranışların savaşımına kadın, öldürmeyi göze alarak ve canını dişine takarak, aslında soyunmuş. Yani sessiz kalmamış, kalmıyor. Başkaldırısı var! Belki de, kadının dünden bugüne bunca ve daha da hızla erkek eliyle yerden yere çalınışı, dayak ve öldürüye uğrayışı da bu yüzden. Kızların evden kaçışları ve ailece öldürülmeleri de aynı nedenden. Kadının erkeğe baş eğmemesi! Dahası 1800’lerden bu yana aydınından kırsal kesim kadınına, okumuşundan cahil olanına, çalışanından evde oturanına dek kadın; değişim isteğini her yönüyle –yazdığı, çizdiği, yaşadığı ve öldürdüğüyle- vurgulayabilmekteyse, bu ona değişim hakkının da tepeden inme (örnekse savlandığı gibi Cumhuriyet yasalarıyla) verilmediğini, tersine onun bunu bileğinin gücüyle ve çok büyük özveriler karşılığında elde etmeye çabaladığını göstermez mi? Öyleyse Sibel Üresin hanıma ne oluyor? Onun ne üstüne vazife kadının mutluluğu? Ona mı kaldı?
Yalnız bu arada edebiyatta (özellikle de onda) vurgulanması eksik kalan tek yönü varsa, o da kadının bu savaşımını erkeğe karşı ya da kendi için değil de doğrudan doğruya yine erkeği için yaptığıdır. Bugün de dün olduğu gibi- Türk kadını erkeğinin, hâlâ süren ve kendisini eski biçim ev-aile-çocuk-aşk çemberine sıkıştırıp bağlamaya ve köleleştirmeye kalkan bağnazlığına karşın, özellikle de kentlerde kıyasıya savaşım veriyor. Öyle ki batılı hemcinslerinden hiç de aşağı kalmadan, dahası doğulu hemcinslerine örnek bile oluşturarak… Ama bunu, erkeğini hor gördüğü, istemediği, sevmediği, ondan kopmak istediği için yaptığını da sanırım hiçbir biçimde öne sürmek olası değil. Tersine onda, erkeğinin de değişmesi isteği öyle ağır basmakta ki. Kadın, her şeyinin buna bağlı olduğunu öylesine bilmekte ki. Değişen dünyayla birlikte eskimiş ev-aile-çocuk-aşk tanımlarının yaşamla birleşerek yeniden gözden geçirilme-sinin gerekirliğinin öylesine bilincinde ki. O; başını türbana, baba ve koca baskısıyla doladığının bile bilincinde. Bir gün onun bu baskıya da başkaldıracağına ben inanıyorum. Bütün yıldırılara karşın kadın, inanıyorum ki başını açma savaşımına da girecek. Hal böyleyken, şimdi bir kadının kendisini kadınlara “yaşam koçu” ilân edip kadınlarımızın kuma olmalarını bu yolla erkeği mutlu kılıp kendilerinin de mutlu olacaklarını söyleyebilmesi neyin göstergesidir? Tıpkı kadınlara “üç çocuk yapın” diye buyuran başbakanımız gibi, bu kadıncağız da toplumumuzun kadınlarının “din yoluyla terbiye” edilebileceklerine inananlardan anlaşılan; ama unuttuğu bir şey var: Kadınlarımızın gözü artık çoktan açıldı. İster kentsel, ister kırsal kesim kadını olsun, onlara medyada, basında sergileme ve sergilenme olanağı verenler aracılığıyla, kendilerini bir aynada izler gibi görmek olanağına artık sahipler. İstenildiği kadar Kuran’dan başka kitap okumasınlar, onlar yaşamlarıyla gazetelerde bas bas bağırıyorlar! Tabii, yüce dinimiz (ve şeriat) adına medyamızın ve gazetelerimizin de tümüyle susturulmasına sıra gelene dek… Yoksa gazetecilerimiz gibi üzerine kuma istemeyen kadınlarımızın da toptan cezaevlerine konulmaları yakın mı?
Bir başka deyişle kadının aşkı da var adı da: Kim ne derse desin, giderek gerek toplumumuzda gerekse basınımızda varoluşunun yerini kendi başına savaşımıyla almış ve alacak olan kadının, duyarlılığının da “yerli yerinde” değerlendirileceğini içtenlikle umarak, şimdilik d&u
uml;şüncelerimin bir köşesinde çerçevelemek istiyorum Umut’la annesini. Annesinin umudu olan oğlunun, babası eliyle öldürüldüğünü gören annenin, buna karşılık babayı öldür-düğünü de unutmadan. Sibel Üresin’e de “Allah akıllar versin ve içi boş işlerle uğraşmaktan vazgeçsin.” demekten başka bir şey gelmiyor içimden. Bütün gücüyle kadınımızın çağdaşlaşmasından yana olmuş Atatürk’ün, kadın hakları konusunda söylediği sözleri bir kez daha yineleyerek: “Mümkün müdür ki, bir topluluğun yarısı, topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin.”
Kadın ne hayvandır ne çiçek; kadın insandır. Bizim kadınımız da bu gerçeği kavrayacak ve erkeğine de kavratacaktır. Zaten yolun yarısını çoktan aşmıştır diyeceğim ama… Ah, keşke tarikat ve cemaat kulları bu işe karışmasalar! Boşuna dua mı bu isteğim, ne dersiniz?
TANSU BELE/ yazar
29 mayıs 2011