Ne vakit Maçka dan geçsem…

"Ne vakit Maçka’dan geçsem”…

Nişantaşı ve Teşvikiye, Cihangir’in dünyasını pek andırmıyordu. Maçka ise, bu üçünden de farklıydı. Nişantaşı lükse dâvetlerken, Teşvikiye, hele ara, arka sokaklarında orta hallilere nefes aldırıyor; Maçka gizemli bir suskunlukla adeta içe kapanıyordu… Maçka’yla günlerim 1960 sonrasında, Cihangir’den Teşvikiye’ye taşınınca. Cihangir’in eski, yerleşik, değişik kültürlerin iç içe yaşadığı dünyasından artık ayrılıyorduk. Teşvikiye’de, arka sokakta, yeni bir apartmanın üçüncü katındaki yeni evimiz… Nişantaşı ve Teşvikiye, Cihangir’in dünyasını pek andırmıyordu. Maçka ise, bu üçünden de farklıydı. Nişantaşı lükse dâvetlerken, Teşvikiye, hele ara, arka sokaklarında orta hallilere nefes aldırıyor; Maçka gizemli bir suskunlukla adeta içe kapanıyordu… Muradiye Bayırı Sokağı’ndaki evimizden çıkar, Teşvikiye Postanesi’ne giderdim. Stefan Zweig Batı’da mektup sanatının sonuna gelindiğini elbette epey önce yazmıştı, doğumumdan bile önce. Bununla birlikte bizde mektuplaşma sürüp gidiyordu. Mektup arkadaşlarım vardı. O kadar ki, aynı kentte yaşamamıza rağmen mektuplaştığım okul arkadaşları, yaz tatillerinde. Teşvikiye Postanesi’nden sonra ille Maçka’ya yürürdüm. Güzel yaz günleriydi. Attilâ İlhan’ın şiirini daha keşfetmemiştim: “ne vakit maçka’dan geçsem Limanda hep gemiler olurdu Ağaçlar kuş gibi gülerdi bir rüzgâr aklımı alırdı sessizce bir cıgara yakardım” Uzakta limanda, “Üçüncü Şahsın Şiiri”ndeki gemiler dururdu. Sigara içmiyordum. En sıcak yaz gününde denizden esen yel… Otel kakavan görünümüyle dikilmemişti. Maçka, tek başınalığı en çok yaşadığım yerlerden biridir. Şurada mezarlık geçmiş zamanlardan konuşurdu, dünya hırsları sona ermiş. Sonra bir iki şık apartman, bahçe içinde villamsı evler, uçta Taşlık Gazinosu. Taşlık henüz çalgılı gazino değil. Teşvikiye’de, Beşiktaş’ta oturanlar kadar, şehrin başka semtlerinden de gelenler var Taşlık’a. Yaşadıkça izi sürecek bir anı orada: 1967 Haziran’ında sevgili öğretmenim Vedat Günyol, Yeni Ufuklar dergisinde öykümsü bir yazımı yayımlıyor. Böylece edebiyata adım atıyorum. Bir akşamüstüydü, tam o günlerde; sınıf arkadaşım Şaner Erman’la birlikte Taşlık’ta yayımlanan ilk yazımı kutlamıştık; buz gibi bira, patates kızartması. Yazardan sayıyordum kendimi, öyküler, romanlar, hiçbiri yazılmamış ama, başımda kavak yelleri esiyor, sevinçten boğuluyordum… Aslında yıllarca süren bir bekleyişti. İlkgençliğim yazar olmak isteğiyle kavrulmuştur. Başka bir şey değil, ille yazar olmak. Maçka’ya doğru yürürken, Maçka Palas’ın Bronz Sokak’la birleşen köşesinde küçük taş tabela büyülerdi. Ulu Şair Abdülhak Hâmid Tarhan Maçka Palas’ta oturmuş. Tabelada yazılı. Hayallerim uçsuz bucaksızdı: Gün gelecek, benim oturduğum evlerden birinin duvarına benzeri bir yazı çakılacaktı… Bugün içim sızlayarak bakıyorum Hâmid’li tabelaya. Kimsenin okumadığı bir şair, ululuğu silinip gitmiş. Maçka Palas’ta yaşadığı kimseyi ilgilendirmiyor. Yaşadığı kimseyi ilgilendirmiyor. Eseri kimseyi ilgilendirmiyor. Bir dönem müzeye dönüştürülmüş dairesi çok yakın gelecekte otel odası olacak. Taş tabela da gülünç hatıra… Bununla birlikte nice zamanlar Maçka Palas, İzmir Palas heyecan, coşku yurtları oldu. İlkinde yalnızca şair-i âzam Hâmid yaşamamış; o çağlarda romanlarını çok severek okuduğum Kerime Nadir de Maçka Palas’ta oturmuş. Kerime Nadir’in Romancının Dünyası’nda derlediği anıları Maçka Palas günlerinden acı tatlı olaylar yansıtır. İzmir Palas’ta Muazzez Tahsin Berkand hâlâ oturuyordu. Sonu mutlu biten romanların yazarı. Onu bir kere Teşvikiye’den Maçka’ya yürürken görmüştüm. İzmir Palas’ın görkemli kapısından çıkmıştı. Romancıları, şairleri, hikâyecileri yeryüzünün en mutlu insanları sanıyordum; hep ilkgençlik. Yünlü kumaştan bir tayyör kuşanmış Muazzez Tahsin’in yüzünde mutluluktan eser yoktu. Handiyse asık yüzlüydü. Mutlu aşklar yazmış bu romancı yeryüzüne apaçık mutsuzlukla bakıyordu… İzmir Palas, bana sorarsanız, İstanbul’un hâlâ en güzel, en bakımlı, geçmişinden gurur duyan bir apartmanıdır. Bahçesinde mevsimden mevsime yenilenen çiçekleri, Maçka’dan her geçişimde gönlümü çeler. İzmir Palas’ta derin görgü konuşur. İtalyan asıllı mimar Mongeri’nin eseri Maçka Palas ise anıtsal bir yapıdır. Onda görgüden çok, ihtişam konuşur. Maçka Palas’ın arka bahçesi şu anlattığım dönemlerde çok hoştu. Bronz Sokak’tan girince, arka bahçe, meyve ağaçları, çiçek tarhlarıyla gelip geçene bir anlık bir peyzaj sunardı. Tenis kortu yerli yerindeydi. Küçümen müştemilat binaları yerli yerindeydi. Maçka Palas Milano’daki palazzolardan esinlenilerek inşa edilmiş. Öyle sanıyorum ki, arkadaki büyük bahçede o esinleniş sürüp giderdi… Teşvikiye’deki evimizde yazdım Ölünceye Kadar Seninim’i. Şöhreti sönmüş aşk romancısı Süha Rikkat’in yaşantıları, hayal kırıklıkları, karabasanları, sanrıları Ölünceye Kadar Seninim’de nefes almaya çalışır. Güzün başlamıştım yazmaya. Hemen her gün, akşama doğru, yazı makinası başından kalkıyor, Maçka’ya yürüyordum. Çünkü Süha Rikkat de oralardan geçip gidiyordu. Herhalde Kerime Nadir’le Muazzez Tahsin Berkand’ın eserleri, hatıraları, hayatlarıydı yazdıklarımı çekip çeviren, çembere alan. Maçka Palas’ın altında Nemci Rıza’nın çiçekevi vardı. Tam çiçekevine geldiğimde, gün iyice batmış olur, camekânda renk renk güller, karanfiller, kuzgunkılıçları, yıldızlar, İstanbul’da yeni yeni çoğalan orkideler. Zarif bir çiçekeviydi Necmi Rıza’nınki. Bazan kendisi de içerde olur; yapraklarla, kordelalarla bezenmiş masa; koltuğunda otururdu. Radyodan, sesiyle, şarkılara yorumuyla pek çok kişiyi etkilediği zamanlara ait fotoğrafı, çerçeve içinde, arkasında asılıydı. Fotoğraftaki genç adam, koltuğunda oturan yaşlı adama sanki istihzayla gülümsüyordu… Teşvikiye’den taşındıktan sonra da Maçka varlığını korudu. Ankara’yı bırakıp İstanbul’a yerleşen Attilâ İlhan Vişnezâde’de oturuyordu artık. Attilâ Ağbi İstanbul’da oldum bittim Maçka’ya ve Boğaziçi’ne tutkundu. Maçka özlemi, Vişnezâde’deki evle bir anlamda diniyordu. Tam par
kın karşısında. Vişnezâde Kazasker Mehmed Efendi’nin yaptırttığı, on yedinci yüzyıldan izler taşıyan, güzel semt camiinin az berisinde. Attilâ Ağbi’nin kira evine epey gelip gitmişliğim var. İlle parktan geçerdim. 1940’lardan kalma park zengin bir ağaç dokusuna sahiptir. Zamana meydan okumuş manolya, sedirler, dişbudaklar, atkestaneleri, yalancı akasyalar, çitlembikler… Bir zamanlar İstanbul’un parklarında sıkça rastlanan kartoplarını Vişnezâde Parkı’nda yine görebilirsiniz. Attilâ İlhan ölünceye kadar Vişnezâde’de yaşadı. Sabahları erken saat yürüyüşe çıkışı, Maçka’dan, Vişnezâde’den geçişi, Taksim’e doğru yol alışı daima dakikmiş. Onu sevenler, “Bir dakika gecikmez” derlerdi. Yaz kış yürüyüşlerden vazgeçmedi. “Üçüncü Şahsın Şiiri”ni yazdığından günümüze Maçka elbette değişimlere uğramış, trafik inanılmaz şekilde yoğunlaşmış, oteller, yeni yapılar, başarılı başarısız restorasyonlar, gitgide daha lüks mağazalarıyla, kafeleriyle Nişantaşı falan, hiçbirini umursamazdı Attilâ Ağbi. Tuhaf mucizeyle donanmış, o eski Maçka’dan geçiyordu besbelli. Son durak Taksim’de Gezi Pastanesi’ydi. Ben de bir iki kez Gezi’de onunla buluşmuştum. Öğleye doğru kalkmış, yine yürüyerek, Maçka’ya birlikte dönmüştük. Edebiyat, siyaset, olup bitenler, tadına doyulmaz kuşluk vakti söyleşileriydi. Attilâ İlhan hiç yaşlanmadı. Fakat ondan ayrılınca, ben birden yaşlanır; gençliğimin Maçka’sından kopmuş, kalakalırdım. Anılar hırçınca sökün ederdi. Hayat, Abdülhak Hâmid Tarhan’ı hatırlatmak isteyen taştan tabela kadar soğuk gelirdi…

ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ
Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım
Çöp gibi bir oğlan, ipince
Hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda görsem
Öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu, ağlardım
Ne vakit Maçka’dan geçsem
Limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi
Sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu yakardın
Kirpiklerini eğerdin, bakardın
Üşürdüm, içim ürperirdi
Felaketim olurdu, ağlardım
Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jezabel kan içinde yatardı
Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi
Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu, ağlardım

Alıntı: Selim İleri/ 30.12.2006

Atilla İlhan'ı Saygıyla Anıyorum
Gülay RadyoTucu

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir