Oben Güney Tiyatrosu: Sahne, Yönetmen, Oyuncu, Yaratıcılık

OBEN GÜNEY TİYATROSU

Sahne, Yönetmen, Oyuncu, Yaratıcılık

Loş bir sahne. Karanlık salondan, nereden geldiği pek belli olmayan bir küçük ışıkla alacalaştırılmış sahneye bakıyorum… Kimseler yok. Boşluğun sıkı sıkıya sarıldığı sessizliği dinliyorum… Dünyanın herhangi bir yerinde unutulmuş gibi duran bir ALAN. Sanki gizli bir köşesinden orayı gözetliyormuşum gibi bir duygu var içimde… Oysa bir oyun yönetmeni olarak biraz sonra bu ALANDA İNSANI VE KENDİMİ DENEMELERE sokacağım. Kişiliklerin kalıplanmış hamurunu yoğurup, hep birlikte yeni biçimler yaratacağız. Bu yaratı karşılıklı savaşımın sonuçlarıyla, tanıdık ama bildiğimizden çok başka bir İNSAN’a dönüşecek yavaş yavaş… İnsanın yeni doğası – doğanın yeni İNSAN’I olarak özümsenecek. Ve Oyuncu yeni bir İNSAN olarak doğacaktır.

OYUNCU… Her insanın “oynama” yeteneği vardır. Bunu kalıtımın özünde kendiliğinden sahiplenmiştir. Yaşayan İNSAN oynar. “öykünme” (Taklit) onun için vazgeçilmez bir yaşam uzantısıdır… Böyle doğayla savaşmış, böyle doyunmuş, dili ve yazıyı böyle geliştirmiştir… Karşımda gittikçe yoğunluk kazanan bu boş ALANA – yeni tanımlamalar getiren işte bu “yeniden kurma” içgüdüsüyle güçlenen YARATMA’nın kaçınılmazlığıdır… Bu aşamaya gelindiğinde, oyuncu, ikiye ayrılıverir… Taklit ile yetinenler; yaratmanın sancısına ulaşanlar… Taklit ne kadar kolaylıksa (çingene , üçkağıtçı, katil v.b.) yaratıcı olmak o kadar zordur. Birincisi kalıplar kullanır, ikincisi bir kez tekrarlanabilen yepyeni bir kişilik biçimler… Öykünme yoluyla ünlü olmuş, tarihe geçmiş oyuncular var. Halk onları anımsar, hatta benimser. Ama “oyuncu” olabilmenin o tarifsiz gücüne hiçbir zaman sahip olamaz.

Oyuncu, karakterinde yaban at taşıyan bir sonsuz insandır… Tanrıyla, gökyüzüyle, insanlıkla hemen ilişkiler kurabilir. Çünkü yaratıcı yönü onu hep büyük sorunların, olanaksızlıkların çözümleyicisi yapmıştır. İçindeki özgür nal seslerini hep duyar. Durmadan birlikte sonsuzluğun sınırsızlığıyla , İNSAN’ın sınırsız sonsuzluğu arasında yol alır. Oyuncu sahne dediğimiz bu ALAN’ın her milimetresinde kendi hükümranlığını kurar. Kendisinden başka da düşman yoktur.

GERÇEK oyuncu, GERÇEK yönetmenin bir maşası değildir. İkisi de bu dünyanın ortakları arasındadır. GERÇEK dekoratör, GERÇEK ışıkçı, sahneyi boş ve loş bıraksalar da bu ortaklığın bireyleridir. GERÇEK müzikçi hem boşluğun, hem ışığın hem de plastik bütünlük taşıyan İNSAN – OYUNCU ve EŞYALARIN bestecisidir… Yeter ki, tek kalem, tüy, loşluk yaşasın, soluk alsın… Oyuncunun soluk alması, yönetmenin nasıl soluk almasını söylemesi tiyatro OLAYI’nı kurtaramaz…

Eğer bu gerçeğe inanıyorsanız, eğer yeni bir soluk arıyorsanız, hedefiniz hiç değişmez. İlk oyunla son oyun arasında (deneyimler sonucu elde edilen bazı ipuçları dışında) hiçbir fark yoktur. En belirgin farklılık, deneyimlerin getirdiği zenginliktir…

Bu deneyimler içinde en zoru elbette, MONODRAM çalışmalarıdır. Biraz estetik biliyorsanız, simetri, a simetri üstüne bilginiz varsa, toplumbilim ve kişi psikolojisi üstüne kafa yormuşsanız, kalabalık oyunları değişik biçimde bölerek, doğru yönetmeniz hiç de zor değil… Ama MONODRAM bir ustalık gösterisidir. Tabii iyi oynanırsa… Yoksa bizim mahalledeki Fatma hanımı “taklit” ederek değil. MONODRAM yazmak ve oynamak sağlam bir dünya görüşüne sahip olmak demektir. Çağla, toplumla, dış dünyayla ikinci (ama görünmeyen) kişilerle mantığı zorlamayan ilişkiler kurmak gerek. Sonra kültür, sonra çağdaşlık, sonra çağı aşma gayreti. Zor iş… Çalışmak ön şart…

Yoksa meyde araçları, haberleşme teknolojisi çağdaş insanı yaratıcılıktan – hazıra konmaya doğru iter. Bana sorarsanız; bütün bu teknolojik gelişmeler, en az uyuşturucu kadar zararlı olabilecektir insanlığa. Yeni bir DİN adeta… Bu sefer Tanrı yerine insanın şeytanlığı var karşınızda…

Tiyatro’nun teknoloji ile bağlantısı, İNSAN’a hizmet etmek için devreye girmiştir. Çünkü TİYATRO yüzde yüz insan ürünüdür. Yalnız insanlar için yapılır. Bu nedenle tiyatro ne kadar saptırılırsa saptırılsın, GERÇEK oyuncuların kıskanç ve akılcı direnişleri karşısında yaşamını, gelişimini sürdürecektir. Buna inanıyorum. Çünkü tiyatro’da yapılacak çok şey vardır. Tiyatro, Antik çağını, Orta çağını Yeni çağını, Rönesansını, 1989 – 1911 ihtilallerini yaşadı… Ama henüz Bilgisayar, çağına ulaşamadı… Teknolojinin çok gerisinde. Hem İNSAN’ı değerlendirme, hem de yeniden, yeni değerlerle biçimleme konusunda çok gerisinde. Kimse, bizim içinde bulunduğumuz şu çağın İNSAN’ını tanıtamadı henüz. .. Bir Shakespeare hala içinde bulunduğumuz çağdaş, bir Handke hala yabancı… Değişik yorumlar bekleniyor. Ne var ki halk, bu yeni yorumlara olan talebini ciddi bir şekilde kamuoyuna yansıtamıyor. Sonuçta hala XX yüzyılı sürdürüyoruz. Hem de tam XXI y.y.la girerken.

Bu konuda gençlere çok iş düşüyor. “Genç” demek “Deneyimlere aç insan” demektir. Gelgelelim ülkemizde gençlik (%98) daha önce kotarılmışlarla idare etmeyi marifet sayıyor. Çizgi dışına çıkabilen iki – üç genç, destek bulamıyor. N’oluyor? Giderek eskimiş değerlere fit olunuyor. .. Çok yazık! Gezdiğim ve gördüğüm kadarıyla GENÇLİK yabancı ülkelerde YENİ’yi, GÜZEL’i arayan gençler topluluğudur. Karşılaştım… Bizim üniversite öğrencilerim kahve köşelerinde, onlarınki kütüphanelerde, elinde kitap parklarda, tramvaylarda… Bunun düzeleceği de yok. Okuma – yazma sevmeyen bir toplumuz… Dışa kapalıyız. Yabancıyız: Yalnızız…

Gene de ben ülkemde tiyatro yapmak istedim. Topluma yeni insan duyguları aşılayabilmek için. ÇAĞDAŞ İNSAN’ı irdelemek için… Bizim insanımızdan YENİ İNSANLAR biçimlemek için. Olmadı… Önce güya yakın dostlarım kazık (?) attılar, sonra da sevgiyle eğildiğim gençlik… Zorla güzellik olmazdı… (*)
Onlara şunu anlatmaya çalıştım: Okuyun… iki – üç ad ezberlemekle olmaz tiyatro. Tiyatro acayiplik de değildir. Sonra kitaplar dağıttım… “Ben” dedim… Ne yapalım sadece tiyatrocu olabildim. Çok zor rizikolu koşullar altında. Ya siz? Henüz doğru dürüst bir ünive
rsite mezunu bile değilsiniz: Ona göre… Ukalalığın gereği yok. Hele “her şeyi ben bilirim” havasına sakın girmeyin…

Ne yazık ki tiyatroya başlayan o gençlerden yarısından çok fazlası, yaşamın gürültüsü içinde kaybolup gitti…

Bazen umutsuzlanıyorum… Bu dünyada hayır yok! “Çek git!” diyorum. Nereye?

Gene İNSAN’lı bir yere… Çünkü tiyatro ancak orada yapılır. Yanında kitaplar… İncelemeler… Defterler, daktilo, kalemler, karbon kağıtlar, tomar tomar kağıt. (**). Bir yerlere gider yukarıda anlattığım YARATICI ALAN’ı bulurdum… Orada da gene tiyatro yapardım.

Bu tiyatro bende tutku değil, varolma nedeni sanki… Hiçbir şey yapmasam, karanlık bir tiyatro salonuna sessizce girip, loş sahneyi uzunuzun seyretmek bana inanılmaz bir huzur veriyor… Bu anın uzayıp gitmesini itiyorum.. Biraz sonra oyuncular gelecek… Prova başlayacak…

Adı üstünde PROVA. YENİ BİR İNSAN deneyeceğiz. SAHNE bir LOŞ ALAN olarak büyüyecek, genişleyecek. İnsanın yaşadığı en sessiz mezralara kadar genişleyecek. Ben hem kendimi , hem oyuncuyu, hem de tiyatroyu TİYATRO yapan her şeyi bir anda duyumsayacağım… Sanki doğarmış gibi, yarattığımız dünyayı herkese göstermek için, içimde ürperti ve heyecan bağırıyorum..

– PERDE ! –

Oyuncu ile yönetmen çok çapraşık zikzaklarla ikiye bölünmüş bir farizmanın birbirlerini bütünlediği bir tek biçimdir. Oyuncu ile yönetmen (eğer büyük bir başarı sözkonusuysa) bu bütünleşmeyi arada hiçbir ek çizgi göstermeden yaratabilmişler demektir. Yönetmen kendi fantezi ve yaratıcılığın, doğal bir davranı – gösteri olarak; oyuncunun kendi yaratısıyla birleştirmek ister. Bu konuda o güne kadar hiç denenmemiş davranı ve sessizlikler de kullanabilir. Oyuncu bu verileri alır, algılar, kendi doğası ve düşüncesiyle zenginleştirip İNSAN’ı denemelere sokar. Sonunda en doğrusu, en güzeli, en etkilisi saptanır. Bu bir psişik evre olduğu kadar, güzelduyu (estetik) kaygısı taşıyan, insan doğasını genişleten bir arayış sürecidir… Bu süreç anadan doğma yeteneğin gücüyle olmaz yalnız, ayni zamanda düşünce tarihinin geniş yelpazesi içinde elde edilmiş kültür ve pekiştirilmiş dünya görüşünün de gücüyle donatılmıştır. Elbette günlük gazetelerden elde edilemez. Kültürler arası, toplumlararası bir araştırma ve incelemenin sonuçları da gereklidir. Bu yüzden “oyuncu” olmak zor bir uğraştır. Alan dediğimiz o boşluğa şaklabanlık yapmak için çıkmak bile bu sorumluluğu bize göz ardı ettiremez.

Oyuncu ve yönetmen (ışıkçı, müzikçi, dekoratör) yalnız kendi ülkelerinin vatandaşı değillerdir. Onlar DÜNYA VATANDAŞI, olmak zorundadırlar… Evrensel değerlerle donatılmaları görevlerinin en başında gelir. Ancak o zaman “ Hacı Mehmet”ten sonra Macbett oynayabilirler. Yoksa Hacı Mehmet ile …….. Arasında nasıl kişilik ayırımı yapabilir. İki ayrı inanç ve dünya görüşü (gelenek, görenek, uygarlık, kültür farklılıkları) nasıl ayırt edilebilecek?.. Gece ile gündüz ayni renkte oynanırsa, zaman öğesini nasıl kullanabiliriz?..

Gene üstünde duruyoruz: BÜTÜNLEŞMEK.

– Boş alan’la bütünleşip, o yerde bir kişilik ve anlam kazandırmak;
– İçi yavaş yavaş doldurulan sizin yaratınız olan kişiliğe kan vermek,
– Işığı giyinmek,
– Müziği beden ve atmosferle özümlemek.
– Dünya’yı kendisiyle yorumlamak,
– Sürekli araştırmak, okumak, incelemek,
– Ve tüm toplumlarla birlikte yaşamak.

Sanat, insanın İNSANCA tanrılaşmasıdır… Kendi yaratılarını sergilemek isteyen sanatçı, her ürününde kendi insanını tamamlar. Sonuçta yavaş yavaş kendi “vatandaşları”nı yaratır. Bir başka LEAR, bir başka İspanya (Picasso), bir başka naturmorte (Dali), bir başka Goriot Baba, bir başka Musa (Michellangelo), bir başka Sarmal (Wathson), bir başka ölüm (Einstein) bir başka zaman kavramı (Hawking) …… v.b ….

Ve dünya genişler, uzaya doğru uzanır. Ve bir gün bir adam çıkar “ Ben Tanrı’yı gördüm” der…

Ve elbette İNSAN – SANAT – TİYATRO tüm zamanların içinde kendine özgü değişim ve güzellikleriyle, yaratısıyla sürüp gider… Bana sorarsanız; sonsuzluk budur zaten.

SAHNE ve ZAMAN… Boş alana yayılacak her saniyenin bir canlının atardamarı gibi işlemesi gerekmektedir. Sahnede oyuncunun olmadığı her yer yaşamak zorunda… En ölü bölgeye bile seyirciye ulaşabilecek bir soluk sesi duyulabilmeli… Bu ister duvarda asılı duran bir resim olsun; isterse davranısız olayı dinleyen, dinlerken yaşayan oyuncu olsun fark etmez. Eşyaya ve aksesuara sinmiş olan ZAMAN’ın kullanılması bir sarraf özeniyle gerçekleştirir olmalıdır… Üstelik çağımızın alıştığı hız ve tempo göz önüne alınacak olursa; SAHNEDE ZAMAN KULLANIMI çok büyük önem kazanmaktadır. Artık davranıların ağırlığı bu tempoyu düşüreceğinden klasik tiyatro ölçülerine de yeni boyutlar getirme zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Başarılı oyun, bu temponun aktarılışında ki cesur atılımlara, yeniliklere bağlı olacaktır biraz da…

Oidupus, kendi çağının sorunlarını yansıtırken M.Ö -4- 3. yüzyılın koşullarıyla sınırlamıştır. Sartre’nin Saygılı Yosma’sında ise bu geniş davranılar yoktur. Çünkü olayların varolup etki alanı kurması çok daha çabuk bir zaman akımı içinde gerçekleşebilmektedir. .. Bilgisayar düzeninde ise, dijital, uzaktan kumandalı TV’ler de İNSAN arasına sıkışıp kalmış SESSİZLİK çok daha kısa ve değişiktir. Bütün sorun, ZAMAN’ı, ÇAĞDAŞ yükümlülükleriyle irdeleyebilmek. Çağı saptırmadan çözümleyebilmek…

DOĞRU ZAMAN içinde kurulacak İNSAN – OLAY –YORUM ilişkisini O zaman içinde yaşayan, insanın, karıştığı olayı yorumlamak kolay olacaktır.

ZAMAN bir oyuncu için yaratının dengesini kurar. Yönetmen için çağdaşlığın ölçütüdür… Seyirci bunu yaşamın “gerçek akışı” olarak kabullenir. Nasıl saatin hiç değişmeyen tik takları varsa… Hatta metronom bu konuda çok daha iyi bir örnek…

Oyun yazarı da bu TEMPO’ya uygun bir yazım içindedir artık. Hanke’nin “sözlük ekonomisi, Kantor’un canlı resim olarak kullandığı olağandışı İNSAN – OYUCUSU, Swinarski’nin bütün klasiklerin ölçülerini darmadağın eden avant-garde mise-en-scekleri. V.b. Yukarıda sancısı çekilen değişimin yaratıcıları olmuşlardır.

ZAMAN’ın ölümsüzlüğünü ispatlamak, YAŞAM’ı denemelere sokmakla mümkündür.
Denemek ise sanatın, dolayısıyla tiyatronun varlığını sürdürmesinde en kaçınılmaz olgudur… Denemelere sokulmayan bir sanat insana ait olamaz… Çünkü onun yaratıcılık taşıyan karakterine ters düşer.

ZAMAN bir büyü değildir. Gerçekliğin ta kendisidir. İyi bir sanatçı, zamanı duyar, yazar, özümler… Sonra da kendi ruhu ya da beyniymiş gibi kullanır.
ZAMAN’ın TANRISI İNSANDIR.

Yabanıl düşünceyi bir başka özgürlük için evcilleştirip kendimize maletmek, düşünen insanın en doğal başkalaşımıdır. Sözcükleri, satranç taşları gibi kullanmak, yeni anlamlar türetmek, düşünce kaynağında bitmez – tükenmez bir şekilde yararlanmak, aklın yeniden kuracağı bir başka dünyayı yapılaştırmak demektir. Bu “başka dünya” ozanın yönetmenin ressamın, romancının,oyuncunun müzikçinin durmadan değiştirip yaşadığı bu dünyaya ait ama, kişileri yalnızlıkları yaratıcına yakın ve “ilk” olma özelliği taşıyan bir dünyadır… Tiyatroda bu bir başka “İfigenie” dır, bir başka “Mefistoteles”tir. Ya da yeni bir “Sortaris”tir, bambaşka –henüz adı konmamış- bir kahramandır.

Yabanıl düşünce, insan yaşamını simgeleyen ZAMAN’ın ve varolma özgürlüğünün o sonsuz ovalarında doğar, büyür. Onunla dostluk kurabilmek, ondan yararlanmak İNSAN AKLI’nın işidir… Bu bir yöntem, inanç ve direnç sorunudur. Bilgi ve kültür beyni eğittikçe, yabanıl düşünceye olan yakınlığımız artar… Giderek yabanıl düşüncenin yelelerine tutunup, onun hızına ve bilinmeyen sonuçlarına alışmaya başlarız. Kendimize mal ederiz, değişiriz… İşte artık, besleyip büyütmek zorunda olduğumuz BEYİN ÇOCUKLARIMIZ vardır. Kendimize düşünsel bir soy kurmuşuzdur. Bizi ispatlayacak olan GERÇEK SOY AĞACI’nın ölümsüz fidanı dikilmiştir. Bu fidanın suyu ve toprağı yaratıcılığı deneme çalışmalarıdır. İsteseniz de istemeseniz de bu fidan sizi bilgiye ve yaratıcılığa zorlayacaktır. İçinizde doymak bilmeyen bir öğrenme açlığı ile beyninizde kıpırdayan düşünceler yumağının çiftleşmesi…

Tiyatroda yabanıl düşünce, kişilikler arasında yazılmamış – ancak sizin okuyabildiğiniz – çatışmadan doğar. Sözler aynidir. Ama değişik bir yorum o sözleri sanki daha önce hiç duyulmamış bir anlama – gösteriye dönüştürebilir. Önemli olan da budur. Bilinenlerden, bilinmeyene ulaşmak. YENİ BİR BİLİNEN’i ispatlamak. Yalnız bunu yaparken “acayipliklere” düşmemek. AKLI ve ESTETİĞİ doğru kullanarak inandırıcı olmak gerekmektedir. “Absurde” tiyatronun kökeninde aynı kaygı yatar. Bu nedenle yüzlerce kez denenen davranıların uyumu; akla bedene yatkınlığı hep önemli sorun olarak kalmıştır tiyatro dünyasında… Bu konuda ARRABAL gibi yazarlar çok iyi örnek oluştururlar…

“Yinelemek” gerilemektir. Yabanıl düşünce (hiç kullanılmamış, ya da düşünülmemiş yorum biçimi) kullanıldığı biçimiyle yaşar. Ama her doğan canlı gibi o da yaşlanır. Hatta – kanıksamanın da ötesinde – sıkar, bıktırır. Kendisinden “yenilikler” türetmek zorundadır. A+B=C gibi. Bu kromozom bölünmesi, büyüme sona erinceye kadar sürer. Sonra YENİ BİR YABANIL DÜŞÜNCE avı başlar… Yoksa “Tükenmiş İnsan” gerçeği hemen bizi de kendi tanımına katar. Çok iyi işe başlamış yeteneklerin kısa zaman sonra “ortadan yok olmaları” bu gerçeğe yenilmelerinden kaynaklanır.

Sıradan tiyatrocu olmakla evkaf’ta memurluk yapmak arasında bir farklılık varsa –bence- yukarıda aradığımız kaygı ve zorunluluklardan biçimlenmektedir. Oyunculuk sadece doğru konuşmak sanatı değildir. Konuşulan doğru’nun yaratıcı bir yoruma ulaştırılması, bu yorumun bedene ve ruha mal edilmesi ve bütün estetik duygularından gibi tüm vücuda oturması gerekmektedir. Yoksa neden tiyatro yapalım. Bir başka kişiliği taklit etmek için mi? Böylesi bir kopya İNSAN’a ne kazandırır?

Ne var ki, böyle bir sanat anlayışını devlet politikası haline getirmek –gelişmekte olan ülkeler için- bir lüks yatırım olarak görülmektedir. Gelişmiş ülkeler de ise, zaten devlet sanatı boşlar. Bir takım yatırımcıların ticari hesaplarında birer BORSA OYUNUDURLAR… Gelgelelim, insanın insanlığını, dostluğunu, güzelduyusunu, sevgisini, Tanrısını kurtaracak tek yol sanatıdır. Sanat, insanın politik ve sosyal yönüyle elde edemediği ÖZGÜRLÜK’üne o inanılmaz gücüyle ulaşır. Çünkü sanat dizgin ve mahmuz tanımayan, İNSAN’a aykırı her türlü davranıyı ve sözü yadsıyan Devletler üstü bir güçtür. Yeter ki değerini bilelim…

Oben Güney

Sizlere 2009 Tiyatrolar Günü için sunduğumuz Oben Güney’in bu yazısı; Tevfik Yalçın’ın sanatçının sağlığında yaptığı Oben Güney Derlemesi; şiirleri, yaşamı, özgeçmişi, sanat görüşü ve yazıları bölümünden olup orjinal belgelere dayanmaktadır. Buradan  28 Ağusto 1993 yılında aramızdan ayrılan Oben Güney’i saygıyla anıyor, tüm sanatseverlere, tiyatroculara, gençlerimize bu  bu yazıyı  ve ekte ayrıca bir  şiirini sunuyoruz.

Sanatçı Oben Güney hakkında geniş bilgi: evetbenim.com sitemiz Tiyatro/Sanatçı-Oben Güney bölümünde bulunmaktadır.

27 Mart 2009 Dünya Tiyatrolar Günü Kutlu Olsun!…
Tevfik Yalçın evetbenim

Hey İNSAN,

Beni kendine benzet yeniden…

12 Temmuz 1993 P.Ertesi
İstanbul

********

SUNU

Bu böyle son değildir, ağaç uğultusuna karışan yaşantımda;
Çekip gitmeli artık, uzağın kentlerine ıssız kumsallarımdan…
Görerek izlerimi, desinler fısıltıyla, benden sonra gelenler;
“Tan sürüsü geçmeden omzunda g
üneşi, insan geçmiş buradan”


23.Şubat 1961. Esk.
Perşembe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir