SANALAK

SANALAK (x)

Tansu BELE

Çocuktum ufacıktım, top oynadım acıktım! Annem beni oturttu ekranın karşısına. Kendisi çekildi gitti iki göz gecekondumuzun öbür odasına. Beyazcamda neler gördüm neler… Önce açlığımı unuttum, sonra daldım gittim yalan dünyanın albenisine. Dünya aldı içine beni, götürdü hiç bilmediğim diyarlara! Yalan dünya bu; karşımda sayfa sayfa açıldıkça, hem şaştım hem inandım: Ne okul görmüştüm daha önce ne kitap. Ne Alice’nin Harikalar Diyarı’nı tanı-yordum ne de Peter Pan’la gitmiştim Yokülke Asla’ya. Gecekondumuzda yoktu ki bunları an-latan kitaplar; nereden bilecektim yalan dünyanın ne olduğunu? Bana annem anlatmamıştı ki. Ne masal dinlemiştim annemden ne de kollarıyla sarıp uyutmuştu beni. O yalnız gece gündüz tarlada çalışırdı. Babama gelince… Köylerde ırgattı; çekip giderdi gecekondumuzdan günlerce aylarca, yüzünü bile görmezdik. “Ekmek parası” derdi annem, “Bizi doyurmak için…”

Kısacası benim gerçek dünyam renksiz, soluksuz, sağır, kör ve belirsizlikler içinde… Oysa karşımdaki duvarda renklenen dünya öyle mi ya? Işık ışık, ses ses, biçim biçim… Hele o reklâmlardaki dünya! Yani benim gerçekte sevdiğim dünya şu beyazcamın içindeki: O tadını hiç bilmediğim sucuklar salamlar gözlerimin önünden akıp geçerken, bana karnımın gurultusunu tümüyle unutturan dünya. Adlarını bile beyazcamdan öğrenip bellediğim; her gece annemin “yatağın” dediği pöstekinin içine kıvrılıp yatınca düşümde izlemeyi sürdürürken. Ardından, o “Bellona” koltuklar, “Ikea” yatak takımları, çarşafları, yumuşacık yastıkları. Ah bir de, baba-sına çamaşır makinesini kullanmayı öğreten o çocuk yok mu? İşte benim kahramanım! Sonra gelsin dağları aşan, göllerden çıkan Hyundai’ler, yok bilmem ne arabaları. İşte benim kuşlar, aslanlar, kaplanlar yerine bellediğim devler. Benim dünyamın masal devleri. Gözlerim beyaz-camda çivili; dalıp gidiyorum devlerimin arasına. Aaa… Şu yan odadan gelen acayip sesler de ne? Boğuk boğuk, kısık kısık, hırıltılı…

Annem çamaşır makinesini çalıştırmış olmalı, tıpkı şu reklâmdaki sarışın süslü bayan gibi, hani benimle yaşıt oğlunu kucaklayıp öperek ve şarkılar söyleyerek… O çocuk benim işte! Ordayım ben… Ordayım! Gerçek annemin kollarında… Ama benim annemin çamaşır makinesi yok ki. O, çamaşırlarımızı leğende yıkıyor. Daha bu sabah iki küfe odunu da sırtlayıp…

Şimdi karşımdaki çocuk (yani ben) annesine (yani anneme) sesleniyor (sesleniyorum): “Supangle çok güzel bayıldım anneciğim!” Supangle ne demek anne, sen biliyor musun? Ben de ondan isterim. Anne… Duyuyor musun beni, karnım aç! Aaaa… Yan odada hiç ses yok. Annem nereye gitti? Hah işte, karşımda yine, bana sarı uzun saçlarını sallayarak, “gelsene canım!” diyor. Ben senin yanındayım zaten anneciğim…

Şu robot adam da gelip bizi kurtarmasa uzaylıların elinden, yaşadığımızı hiç anlamayacağız, değil mi anne? Teneke robot kocaman dikenli bacaklarını aça aça, üzerimize geliyor, gözleri kıpkırmızı ışıklar saçarken, yakaladığı uzaylıyı ayağımın ucuna bıraktı. İyi ki kurtardın babacığım bizi uzaylılardan, sen çok yaşa! Seninle gurur duyuyorum. “Anne! Bak babam dünyayı uzaylılardan kurtardı” Yan odadan hiç ses gelmiyor. “Burası NewYork” diyor karşımdaki sarışın annem, “Az önce Amerikalı robotlarımız dünyamızı uzaylılardan kurtarmış bulunmaktadır. Şimdi başkanımız bu konuda bir açıklama yapacaktır.” Yaşasın! Başkanımız da konuşacakmış. Bunu anneme söylemeliyim. Aaa. O da ne? Birden kocaman bir camide bulu-verdim kendimi. Oradakilerle birlikteyim ve bizi uzaylılardan kurtaran Amerikalı robotlara hep birlikte dua ediyoruz. Gelecek günlerde uzaya gönderecekleri mekiğin üzerine “Bismillâh!” yazacaklarmış Amerikalılar. Dinimizi uzaylılara öğreteceğiz onların sayesinde! Bunları hep bana şu karşımdaki gerçek dünya haber veriyor işte, sağolsun. Zaten babam “Senin okula da gitmene gerek yok” diyor, “Her şeyi ekrandan öğreniyorsun, akıllı oğlum benim.” Acaba Amerikalı robotlar bizi de açlıktan kurtaracaklar mı? Hani tüm ülkelere yardım götürüyorlar da… Bize neden vermesinler? Onlar kahraman. Olmasalardı şu beyazcam da hiç olmazdı. Her şeyi onlar yapıyor. Babam öyle söylüyor. Sonra babam; “Sen akıllısın, anlıyorsun” diyor. “Bak artık İngilizce de öğrenmeye başladın.” Ben de bağırıyorum beyazcamdaki başkanımızla birlikte: “God bless Amerika!” Babam kutluyor beni, akıllı olduğum için.
Ya, demek ki ben akıllıyım da? Erkek değil miyim zaten, doğuştan akıllı olmam gerekir elbette. Geçen günkü dizideki kahraman abiler de böyle demiyorlar mıydı, surların üzerine tırmanıp kılıçlarını Haçlılara savururken? Babam bana “Tarih işte bu, bizim tarihimiz. Bunu da bize Amerikalılar öğretti. Müslümanları da onlar koruyor. Bak ne güzel öğrendin” dedi. Sonra annemle birlikte yattık. Isınmak için. Gece o kadar soğuktu ki. Odunumuz da bitmişti. Gözde’yi ortamıza alıp… Eyvah, kardeşimi unuttum. Birazdan uyanacak, sahi annem nerde? Yani şu ekrandaki gerçek annem değil de yalancı annem… Yok canım, öbürü gerçekti işte. Her neyse karıştırıyorum bazen, iyisi mi gidip şu öbür odaya…

Giderken, buldum yerde bir erik, kaptı bir Ala Geyik (x). Ah içim gitti, şu eriği bile aldı kaçırdı benden, bir gösterip sakladı beyazcam. Şu reklâmlar yok mu? Tam elim uzanmışken eriğe… Hop! Gidiverdi. Karnım aç, reklâmlar da bitti, şimdi beyazcamda geyikler artarda sıra sıra. Kiminin elinde bayrak kiminde mikrofon. Kiminin başında asker miğferi kiminin elinde makineli tüfekler.Veryansın ediyorlar teröristlere. Sonra koca koca adamlar bu geyiklere komünist diyor. Bir yandan da konuşup duruyorlar, kafam karıştı, ne dediklerini bir anlayabilsem… Arada “demokrasi, insan hakları” falan diye bağırıp çağırıyorlar bu ak saçlı adamlar. O da ne demek? Ortadoğu’ya özgürlük gelecekmiş. Herhalde cami yapacaklar. Babam diyor ya, bütün Müslümanlar kurtulacaklar! Ak saçlı adamların kimi de lüks konutlar, lüks konutlar diye bağırıyor. Anladım, bunlar da yeni geyiklerin isimleri olsa gerek. Konutlar havuzluymuş, geyikler satışta. Daha konforlu yaşamamız için… Konforlu ne demek? Ha, şu alınıp satılan ve para getiren şeylerden. İşte ben büyüyünce bunu alıp satacağım. Aaaa! O da ne? Ekranda birdenbire, geyik kaçtı ormana, meğerse burası İstanbul’un ort
asıymış. Kurulan yeni sitenin adı da, ak doğanmış. Hemen atladım, bindim ak doğana. O gökdelenden bu gökdelene, uça uça giderken, doğan yolu şaşırdı, Kaf Dağı’ndan aşırdı. Vay! Ama burası İstanbul dışı. Bildim, bildim, babam söylemişti. Ta uzaklarda bir yerlerde olmalı bu Kaf Dağı. Biz Türkler hep oradan gelmişiz. Ama Hoca Efendi Türk diye biri yok, diyor. Tarih okumamıza da gerek yok. Nasılsa tüm dünya Amerika’nın artık. Hepimiz Müslümanız. Hepimizi Amerikan başkanı yönetiyor. O, Tanrımız gibi bir şey. Karnımızı da o doyuruyor. Ben yine de bakıyorum beyazcama, gözlerimi dört açarak: Belki o geyiğin beni getirdiği sitede, sırtına bindiğim ak doğan, Kaf Dağı’nı aşıp… Bu annem de nerde kaldı? Yoksa evden çıkıp gitti mi? Kardeşimle beni bu soğukta yalnız bırakıp… Babam gelince söyleyeceğim. Hoca efendi Kuran kursunda “Kadının namuslusu erkeğinin sözünü dinler, evinde oturur” diyor. Bir de bize; “para kazanın para, erkek olacaksınız, ev geçindireceksiniz” diyor. Yedi yaşındayım ben, para kazanmayı nerden bilirim? Henüz okula gitmedim. “Zarar yok” diyor Hoca, “Kuran size her şeyi öğretir. O ilimdir.” Önce ilim yani Kuran öğreneceğiz, sonra para hesabını. Yani matematiği. Ne güzel, kolay iş. Ben de hemen gecekondumuza kalorifer yaptıracağım, annemle kardeşim üşümesin diye. Hani şu aşağı yola diktikleri beton ormanına taktıkları gibi… Bunları da Toki adında bir Amerikalı yapıyor zaten. Sonra beyazcamda görüyorum, daha yakından tanıyorum Kaf Dağı’ndaki ormanını, onun adı füze kalkanıymış, petrol tanklarını koruyormuş, inanılmaz bilgileniyorum. Hele o gökdelenler yok mu o gökdelenler… Kahraman abilerin biri girip biri çıkıyor o beton ormanına, tapular, senetler, paralar avuçlarında uçuşuyor, hele o bellerindeki silâhları… Önünde diz kırıp ilim öğrendikleri ermiş hocaları… Öyle cesur, öyle korkusuzlar ki üstlerine gelenleri bir bir tepeliyorlar. Kimse onları durduramıyor. Dizileri babamla birlikte izliyoruz. Babam diyor ki, devlet bile kuruyorlarmış bunlar, ne demekse? Ben anlamam. Bu abiler, Amerikalı Toki’lerin kankaları olmalı. Ayrıca uzay cinleriyle de bağlantıları var. Bütün bilgileri cinlerden alıyorlar. Ben her şeyi öğrendim zaten onlardan, okul bana ne gerek?

Ak doğanın sırtında, geyiklerin peşinde, gidiyorum beyazcamda. Aman! Attı beni bir göle, gölden çıktım bir çöle. Çölde buldum izini, koştum tuttum dizini. Geyik beni görünce düştü büyük sevince. Dedi, “Benim adım Arabistanlı Lawrence. Burası da yeni Amerika. Ben de böyle geldim bu gerçek dünyaya. Şaşırdın mı? Şaşırma; sen de çalış burada, benim gibi zen-gin ol. Anladın mı? Boş yere mi gösteriyorum sana ben, beyazcamda bu dünyayı? Boşuna mı tüketiyorum soluğumu senin için? Sen de öğren, anla diye, özgürlük neymiş? Sana öğreteceğim özgürlüğün ne olduğunu.” Ya, demek özgürlük buymuş. Koca koca ak saçlı adamların dedikleri insan hakları da bu, öyle mi sayın geyik? Özgürlük, demokrasi, bağımsız olmak, tümümüz eşitiz, kardeşiz, uygarız artık meslek edinip para kazandığımızda ve de zenginiz. Anladın mı şimdi? Sen burada, Rusya’nın Nevada Çölü’ndeki nükleer santralde özgürce öğreneceksin ilim neymiş, para neymiş, yani paranın ilmi neymiş, sonra da Kaf Dağı’nın arkasına pazarlayacaksın atom bombalarını! Öncesinden kocaman gökdelenler, plazalar, oteller sonra da dikip altın madenleri ve petrol kuyuları açmayı unutmayarak! Ne güzel! Çünkü Amerika, uygar bir ülkedir. Gerçek dünyaya uygarlığı götürüyor. Sana uygarlığı öğretip seni astronot bile yapar. Ölmüş soyunun ruhlarıyla konuşabilmen için rokete bindirip uzaya, cenneti bulmaya bile yollar. Elbette roketini kendin yapabilirsin. Sen özgürsün. Burası Amerika. Altına da son model arabayı çekip… Hür teşebbüs ülkesi! Dünya da baştanbaşa hür teşebbüs ülkesi! Neden olmasın? Rüyalarda her şey gerçektir. Ah, evet… Hepsi yalnızca para!

“Evet” dedi geyik, verdi bana bir elma, dedi, “dinlenme, durma, dağdan yürü kırdan git, Altın Köşk’e çabuk yet. Seni bekler ezeli, orda dünya güzeli.” O da neymiş? “Fazla konuşma, şimdi sus, sonra düşünürsün müşünürsün de başımıza iş açılır neme lâzım” dedi Ala geyik. Yani Arabistanlı Lawrence. Ben de sustum, uzandım, elmayı ekrandan aldım, başladım dişlemeye. Elmayı dişleyen ben miydim yoksa beynim mi hiç bilmiyorum ama bir anda yedim sırlı elmayı, gördüm gizli dünyayı. Altın Köşküm, Amerika’m, küreselleşmem benim: İşte burada ancak sırrına erdiğim uygarlığın beşiği; ekonomi, ticaret, paranın eğitimi… Bilgi bilgi bilgi: Eğitim, evet, yalnızca paranın eğitimi… “Bilgi çağı bu”, dedi Ala geyik, “Altın Köşkün öbür adı” Sonrası… Bağımsızsın artık, yürü! Nereye? Uzaya doğru; hiç korkma cinler senin yanında!

Şu annem de nerde kaldı? Hah işte sarışın annemin bir elinde eşarbı, öbür eli bir amcanın omzunda, ne de güzel türkü söylüyor. Annem sen ne zaman, nerden öğrendin böyle boyanıp giyinmeyi? Yani soyunmayı? Ne zaman attın başındaki o türbanı? Annem yarı çıplak, kıkır kıkır gülüyor. Bir yandan da “kadın hakları! Kadına özgürlük!” falan diyor. Ama babam eve bir dönsün de bak seni nasıl kıtır kıtır kesecek. “Höst! Kadın erkeğinin namusudur. Ne özgürlüğü? Şeytana özgürlük mü olur? ” demedi mi hoca efendi? Ama ne güzel de kıvırıyorsun sarışın annem, ah bir delikanlı olsam, yok mu? İlk önce seninle…Eee…Erkek değil miyim ben de, hele bir büyüyeyim, göstereceğim önce akraba kızlarından, kız kardeşimden başlayıp… Kadınların nasıl erkeklere “namus” olduklarını… Göstereceğim bir güzel, hoca efen-dinin dediği gibi, “Kadın şeytandır, kancıktır, sevilmez dövülür” diye eze eze!

Önce karnım doyacak elbette. “Bin yıllık çile doldu!” Geyik de bu arada, bunu dedi, kayboldu! Orda neler gördüm öğrendim neler: Gündüz oldu geceler, ak sakallı cüceler… Havuzlu villalar, kocaman çiftlikler, çifter çifter arabalar, uçaklar, helikopterler ve paralar. Ak sakallı cücelerin tümü CIA için çalışan ajanlarmış meğerse. Hepsi de ekrandaydı, vatanları yalnızca Amerika’ydı, işte onun için dövüştüler kahramanca ve öldüler, öldürdüler: Ne olduysa oldu o anda oldu, korkunç devler hortladı, cinler cirit oynadı, kesik başlar yürüdü, saçlarını sürüdü. Bunlara da derin devlet dediler. Hepsi uzaydaki cinlerden alıyormuş bilgileri: Kiminin adı üs’tü, kimininki f&
uuml;ze kalkanı. Kimi nükleer enerji ve hidrojen bombası verdi cücelerin eline, kimine de napalm silâhı, cüceler uzay cinleriyle kol kola, dünyaya yayıldılar. Gerçek dünya, yani beyazcamdaki dünyam anında bir savaş yeri oldu, buna da barış dediler Ben bu cehenneme dalıp gitmiş, şaşkın şaşkın izlerken bir de baktım melekler, başlarında çiçekler, devlere el bağlıyor, gizli gizli ağlıyor. Sevindim birdenbire; uzaydaki cennetten gelip kurtardılar işte bizi yine, o kahraman abiler, ak sakallı cüceler, başlarında miğferler, ellerinde napalmlar, dev-let yıkıp devlet kurup halk denilen gözü yaşlı meleklere bir bir özgürlüğü getirdiler. Yaşasın! Dünyada cirit oynayan cinlerin zaferi bizim de zaferimiz, hortlayan korkunç ve de robot devler bizim demir dağlarımız. Asker üslerimiz. Kılıcımı çıkardım perileri kurtardım. Kurtardığım periler adım adım geriler, selâm verir kaçardı, Amerikan ürünü son model El-Kaide örgütleri Kaf Dağı’nı aşardı! En büyük ödülümü, aldım Nato elinden: Kaf Dağı’nın arkasında, kurdum Afgan çöllerine en görkemli barış kalkanımı! Bana “barışın askerisin sen” dediler.

Az uz gittim, dolaştım, Altın Köşk’ e ulaştım. Kurmuştu Amerika, Altın Köşk adındaki görkemli karargâhı Afganistan dağlarına; bir kapısı açıktı ta Çin’e Japonya’ya, öteki kapanıktı. Kapalıyı açarak, açığa vurdum kapak, dedim bundan böyle Ortadoğu benimdir, çünkü BOP’un eşbaşkanı da zaten benim, o kapıdan izinsiz geçmek yok anladın mı El Kaide, bunu da herkes böyle bilsin… At önünde et vardı, it, ot yemez ağlardı. Otu ata yedirdim. Eti ite yedirdim. Rusya dedi bu yaptığın, yanlıştır beri gel! Çin Kaf Dağı’ndan seslendi. Bense anlı şanlı eşbaşkandım elbet: Suriye’ye bir güzel verdim veriştirdim. Karşılığında, Altın Köşk’te açtım elmas odanın kocaman kapısını. İşte orda Dev Şahı, uykuda gördüm kestim başını. Komünistmiş, hayırsız. Hem de en azılısından, en korkunç bir terörist! Yüce İslâm’ın komünisti? Bu da ne demekse? Dedim: Ey dev, nerede? Nerede dünya güzeli? Nerede özgürlüğüm? Hani be-nim demokrasim ve de insan haklarım? Şah beni bekliyormuş: Dedi, elinde eli! Onun adı Adalet’tir, ele geçmez bir peridir, sen onun onurunu bir de benden sor! En iyi ben bilirim, sırası gelince sana da takdim ederim! Onu ben ta Güney Amerika’lardan kurtarıp da getirdim. Durdum baktım, bir Kırgız elbiseli güzel kız! Durmuş bakar yanımda, şimşek çaktı canımda! İşte dedim, benim de beklediğim özgürlük, cennetin özgürlüğü, buydu Allah aşkına! Ey adalet! İşte benimsin artık, küreselleşme adına! Kız güldü, dedi, Türk Beyi! Tanıdın mı geyiği? Vay, Ala Geyik, sensin yine öyle mi? Demek benim gerçeğim, Kaf Dağı’nda gizlenen gizil gücüm, o sensin… Oysa seni ben beyazcamda görünce, Arabistanlı Lawrence sanmıştım. Geyik güldü yine bana, kimse beni bu devden, alamazdı ancak sen, kaya deldin dağ yardın, geldin beni kurtardın. Ah, o imiş anladım, sevincimden ağladım. O zaman hatırladım: Annem benim nerdesin? Ben burada, beyazcamda, Asyayı kurtarırken, bir elimde füze-kalkan, öbüründe cinlerim, Altın Köşkten uzaya, cennete tırmanırken… Yıldızlara tıpkı bir Mecnun gibi uzanırken…

Sen nerdesin? Koştum gittim yan odaya, açtım ki kapısını… Bir de ne göreyim? Annem benim, gerçek annem, boynundaki ipin ucunda, bir o yana bir bu yana sallanıp durmuyor mu? Gözlerim açılmıştı, dedim, işte Kırgız güzelim, benim Ala geyiğim! Tuttum aldım kollarıma, indirdim aşağıya, sarıldım bedenine. Dedim, seni bırakmam Dev Şahına! Sana kan vereceğim, sana can vereceğim, dirilteceğim, dedim Turan meleği! Türkün yüce dileği! Yüz milyon Türk bu anda, seni bekler Turan’da. Haydi çabuk varalım karanlığı yaralım. Ya gitmezsek babam ne der sonra bana? Dedim anne, üzülme, seni kurtaracağım. Sönük ocak canlansın, yoksul ülke şahlansın. Dedim anne, sözüm söz, gel birlikte gidelim beyazcam dünyasına. İşte şimdi oradadır, Turan Turan denilen, Amerikan rüyası. Dev Şahı’nın otağıdır, Altın Köşk’ün dünya-sı. Anne ben Türk Beyi’yim, gel seni kurtarayım. İndik iti okşadık, at sırtına atladık. Kaf Da-ğı’nın ardındaki Altın Köşk’e ulaştık. Dev Şahı dedi durma ilerle! Sen benim ortağımsın. Ey Türk Beyi! Eşbaşkanım, Truva atım, sen İslâm kılıcımsın! Geçtik nice dağ, kaya, geldik Demir kapıya. Kapanması çok yıldı, açıl dedim açıldı. Yol verince gizli yurt, aldı bizi Bozkurt. Kaf Dağından geçirdi Türk Eli’ne getirdi. Yani beyazcamın o küresel dünyasına.

Neden sonra yanımıza babam da geldiğinde işte anam, o güzelim geyiğim, benimle birlikteydi. Eleleydik. Beyazcamın içinde, yanımızda Gözde’miz, geziyorduk el ele, Amerika’da. Babam dedi yavaşça: “Hey, baksana. Anan ölmüş. Peki neden astı kendini, sen bilirsin.” Dedim, “Hayır, yanlışın var. O ölmedi. Yaşıyor. Ben aldım getirdim onu Altın Köşk’e. Görmüyor musun?” Babam yine yavaşça: “Açlıktan öldü” dedi, “Sizi doyuramadığı için”. İnanmadım, beyazcamda bunca yiyecek varken, sarı saçlı kadın anam cinleriyle birlikte her gün hamur yoğurur, pasta börek yaparken…Zaten Ala Geyik de bizi Kaf Dağı’ndan aşırıp Altın Köşk’e taşımışken, biz oradan doğruca cinlerin eşliğinde cennete yol alırken, uzaydaki cennet “taam”larını bize melekler hazırlarken… İnanmadım babama. Babam kızdı bu sefer. Dedi, “Sen salak mısın? Ben de seni akıllının biri sanırdım.” Ben de kızdım: “Hayır” dedim, “Ben salak değilim. Tam tersine. Akıllıyım. Sen hep dedin ya. Benim adım olsa olsa Sanalak’tır! Her Şeyi de dünyayı da beyazcamdan görüp bilen, tüm yaşam bilgilerinden önce Amerikan rüyasını öğrenen Sanalak! Başka adım yok benim. Hele bir de bilgisayar al bana, İngilizceyi daha bir iyice öğreneyim, sen o zaman gör beni. Bak da gör: Şu gerçeğin sanal dünyasında, var mı benden akıllısı?”

X: Sanalak: Bu sözcüğü Tevfik Yalçın’dan ödünç aldım. Patenti onundur. Kendisine içten teşekkürümle
X: Ala Geyik ve arkadaşları: Onu da Ziya Gökalp’in ünlü şiiri Ala Geyik’ten aldım. Ona da teşekkürüm sonsuzdur.

TANSU BELE/ mart 2012

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir