“SUÇLUYORUM”
Tansu Bele
“…Bu iddianame hiçbir hukuksal değer taşımamaktadır. Bir insanın böylesine bir suçlama yazısı üzerine hüküm giymesi adaletsizliğin mucizesidir. Hiçbir namuslu insanın bu suçlamayı yüreği isyan etmeden okuyabileceğine inanmıyorum. Şeytan Adası’nda çekilen ölçüsüz kefareti düşünüp de çileden çıkmamak elden gelmez. Dreyfus’un birçok dil bilmesi suçtur. Evinde hiçbir tehlikeli belgenin bulunmamış olması suçtur. Arasıra doğduğu ülkeye gitmesi suçtur. Çalışkan olması, öğrenme kaygısı içinde olması suçtur. Coşkulanması da suçtur. Ya iddianamenin kaleme alınışındaki bönlükler, boşlukta kalan biçimsel iddialar! Bize suçlamanın 14 esas maddeden oluştuğu söylenmişti. Oysa tek bir maddeden, Çizelge Maddesi’nden başka bir şey bulamıyoruz. Ve hatta öğreniyoruz ki bilirkişiler de anlaşamıyorlarmış.”
Yukardaki alıntıyı, 19. yüzyıl sonlarında tarihe “Dreyfus Olayı” olarak geçen bir adaletsizlik örneği karşısında, ünlü yazar Emile Zola’nın isyan ederek kaleme aldığı “Suçluyorum” adlı yazısından yaptım. Neden mi? Çünkü 21. yüzyıl Türkiyesinde yaşanan kimi adaletsizlik örnekleri bu olaya tıpatıp uyuyor da ondan. Nerden mi biliyorum? Çünkü Ergenekon davasında suçlu bulunup tutuklanan Mustafa Balbay’ın Silivri Cezaevi’nde yazdığı “Zulümhane” yapıtını okudum ve onun da tıpkı Dreyfus gibi suçsuz yere tutuklu bulunduğuna inandım da ondan.
Evet; 19. yüzyılın natüralist roman yazarı Emile Zola “Suçluyorum” başlıklı yazısını, 21. yüzyılın Türk gazetecisi Mustafa Balbay’ın “Zulümhane” kitabını okurken anımsadım. Bal-bay da kitabında zaten değinmiş ya; “Suçluyorum” yazısı, Fransa’da 1894-1906 yılları arasında vatan hainliği suçuyla hüküm giyen, sonra suçsuzluğu ortaya çıkan yüzbaşı Dreyfus’ün başından geçen ve dahası onun Yahudi olması nedeniyle çeşitli ırkçı siyasi sonuçlar doğuran bir dizi adli olay karşısında yazar Emile Zola’nın başkaldırısı niteliğinde bir açıklamadır. Adalet adı altında gerçekleştirilen adaletsiz (ve kanıtsız) suçlamalarla ve uygulamalarla, siyasetin (ve hükümetin) elinde oyuncak olan adalet mekanizmasının nasıl hukuksuzluğa dönüştüğünün apaçık bir belgesidir bu yazı. Ayrıca bana göre her namuslu aydının üzerine düşen bir görev anlamı taşımaktadır. Ama hemen belirteyim; bu örneği vermekle kendimi Emile Zola’nın yerine koymak gibi bir büyüklenme duygusuna kapılmış, boyumu aşan bir tutum içine girmiş değilim, dahası girsem ne olur? Zola bir yana, her aydının toplumuna namus borcu değil midir adaletsizlik önünde başkaldırıda bulunmak? Kendini de başkalarını da toplumunu da adalet üzerine aydınlatmak? Toplum bunu anlamasa da bilmese de kabul etmese de! Dahası adaleti, sanki bir tür batı icadı, batıya öykünme olarak algılasa da! Eğer toplumumda bir adaletsizlik örneği varsa ki vardır kim ne derse desin ben bu adaletsizliğe başkaldırı görevini yerine getirmekle yükümlüyüm.
Evet; ben de batılı bir aydın ve yazar olan Emile Zola’yı açık açık örnek alıyorum kendime, ona öykünerek (taklit ederek) ve yüzyıllardır adalet, özgürlük, demokrasi, insan hakları konu
larında çetin ve kanlı savaşımlardan geçerek bilenen, aydınlanan batının düşüncesiyle, fesle-fesiyle içimde uyandırdığı, insan yanımda açığa çıkardığı “adalet bilinci”me dayanıyor ve ben de başkaldırıyorum ülkemdeki adaletsizliğe… Ben; yani Emile Zola’nın tersine çulsuz ünsüz sansız yazar Tansu Bele, yalnızca ülkemin sıradan bir vatandaşı olarak ve bilincimde uyanan insanlık adına “Suçluyorum” ülkemde tanığı olduğum adaletsizliği: Canından başka yitirecek hiçbir şeyi olmayan, ayrıca Emile Zola gibi İngiltere’ye ya da başka bir yabancı ülkeye kaçma olanağı da olmayan ben; yalnızca bir insan vicdanı ve namusuyla haykırıyorum: “Mustafa Balbay’ı ve onun gibi gazetecileri, aydınları, profesörleri aylardır suçlarının ne olduğunu açık-lamadan, elde kanıt olmadan Silivri Cezaevinde tutan adalet suçludur ve bu, adaletsizliktir!”
Bu haykırışım suçsa eğer boynum kıldan ince. Ancak ben de tıpkı E. Zola gibi; “Bana ne deyip susmayı alçaklık buluyorum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.” Çünkü dedim ya; tıpkı Emile Zola’nın, Dreyfus’un suçsuzluğuna inandığı gibi ben de Mustafa Balbay’ın suçsuz olduğuna inanıyorum. Kanıtsız suç olmaz ve Dreyfus nasıl aklandıysa gün gelecek Balbay da aklanacaktır. Arkadaşlarıyla birlikte!
Bir başka deyişle, ben Mustafa Balbay’ı kişisel olarak tanımam, o da beni bilmez. Ayrıca onun gibi suçsuz olduklarına inandığım Tuncay Özkan’ı da, Mehmet Haberal’ı da, öteki profesörleri de ne görmüşlüğüm var ne de tanırım. Yalnızca yazılarından, televizyondaki görün-tülerinden, konuşmalarından bilirim. Ben yıllar önce bombalı saldırılarla öldürülen Uğur Mumcu’yu, Ahmet Taner Kışlalı’yı, Abdi İpekçiyi de böyle tanırdım. Ancak düşünceleridir, kitaplarıdır benim tanıdığım yanları… Ama benim başkaldırımın nedeni bu kişilerin düşüncelerini ve kitaplarını savunmak değil, ülkemdeki adaletsizlik yüzünden uğradıkları haksızlıklardır. Dreyfus’u kişisel olarak tanımayan Emile Zola diyor ki; “Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil.”
Ben kendi içimden yükselen bu çığlığın gücünü, Mustafa Balbay’ın “Silivri Toplama Kampı: Zulümhane” adını verdiği ve Cezaevinde yazdığı yapıtındaki şu tümceden aldım: “Ceza Mahkemeleri Kanunu’nun (CMK) 170. maddesine göre bir iddianamede olmazsa olmaz iki unsur şu: Yüklenen suçun işleniş tarihi ve yeri Suç delil bağlantısı. Ergenekon’da (dava iddianamesinde) ikisi de yok.” (s.21) Yani ortada ne örgüt ne suç ne de kanıt var! O zaman bu Ergenekon davası neden var? “Ergenekon Silâhlı Terör Örgütü’nün varlığına ve faaliyetlerine ilişkin veri var mı? Yok. Böyle bir örgüt adı geçiyor mu? Hayır. Davanın görüldüğü 13. Ağır Ceza mahkemesi bu konuda bir girişimde bulundu m
u? Evet, bulundu. Dört kuruma da (Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı)ayrı ayrı yazı yazarak böyle bir örgütün varlığını ortaya koyacak tüm bilgi ve belgelerin kendisine gönderilmesini istedi. Dört kurum da ellerinde bilgi ve belge olmadığını açıkladı. Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT de aynı içerikte yazı gönderildi.” (s.29-30-31) Bunun üzerine mahkeme bile Ergenekon örgütü adını kullanmayı bıraktı.
Peki; ortada var olmayan bir örgüte dayalı olarak öne sürülen suçlamalar ve kanıtlar nedir? Böyle bir şey “gerçek” olabilir mi? “Olacağı var sayılan suç” diye bir kavrama dayalı kanıtlar “gerçek” olabilir mi? “Ülkede kaos ortamının oluşturularak ülke yönetimini ele geçirmek amacı ile askeri müdahaleye zemin hazırladıkları tespit edilmiştir” (s.55) sözündeki “hazırlanan zemin”, kanıt yokluğundan havada kalmakta; şimdi bu iddianameye güvenmek adaletsiz-liğin ta kendisi değil de nedir? Dahası ortada bu iddianameyi destekleyecek kanıt yokken, gelecekte darbe yapacakları varsayımıyla içerde tutulan insanlar suçlu olabilirler mi? Bu, en büyük adaletsizlik değil midir? Bütün bunların nedeni nedir? Bu neden üzerinde düşünmek benim vicdani ve ahlâki görevim değil mi? Adalet duygumun dürtüsüyle sorgulamaya kalkışmam gerekmez mi bütün bunları?
İşte benim dayanamadığım ve karşı çıktığım da bu: Suçsuz yere ya da işlediği kanıtlana-mayan bir suç yüzünden, suç kuşkusuyla bir insan hapse atılabilir mi? Kanıtsız suç olur mu? Denilecek ki, içeri alınan insanlar zaten hükümlü değil tutuklu, yani işledikleri suç yüzünden henüz hüküm giymemişler… Peki, işledikleri kesinleşmeyen suç yüzünden neden süresiz içerde tutulmaktalar? Dahası tutukluluk süresinin on yıla kadar uzatılabilmesi de öngörülmüşken…İşte benim asıl anlayamadığım da bu: Yani adalet adına yapılan adaletsizlik! Buna karşılık benim içimden yükselen çığlık, kişisel olduğu kadar toplumsaldır da; çünkü o, içimdeki insanlığın ve vicdanın ortak sesidir ve düşünen bir kişi olarak gerçekleştirmem gereken bir ödevdir.. İnsanın ya da kişinin yani “akıllı varlığın istemi aynı zamanda kanun koyucu olarak göz önüne alınmalıdır; autonomi insan tabiatının ve her akıllı varlığın değerinin temelidir” (Kant). Adalet; insandaki “ değer” idesiyle ilişkili bir kavram; değer(saygınlık) kavramı da, Kant’a göre, ancak akıllı varlığa, ahlâklılığa ve autonomiye elverişli olan kişiye uygundur. Başka bir deyişle benim içimdeki “ödev” itilimi, aklımın değer kategorisindeki ahlâk ve erdem kavramlarının getirdiği adalet ereğinden doğmaktadır. Bunun Tanrısal ödev (Tanrıya karşı, Tanrı önünde görevli olmak) ya da pratik bir neden ya da gelecekteki bir çıkar ve beklenti düşüncesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bütünüyle salt vicdandan kaynaklanan bir dürtüdür bu. Bir ödevdir ve her şeyden önce kendime karşı sorumumdur!
“İnsansız adalet olmaz/ Adaletsiz insan olur mu?/ Olur, olmaz olur mu!/ Ama olmaz olsun.” Cumhuriyetimin yetiştirdiği değerli şair Özdemir Asaf böyle diyor. Adil yasaları yapan adil insandır; “Adil toplum, insanlararası ilişkilerin, bireylerin, özellikle de yöneticilerin duygularına ve niteliklerine tabi olarak yaşanmadığı (…) Çünkü herkesin eşit hukuksal güvencelere sahip olduğu bir toplumdur.” Değerli sosyolog- yazar Emre Kongar da böyle diyor. (Cumhuriyet Gazetesi, Aydınlanma sütunu) Adalet ve hukuk yasaları, insan aklının vicdani sorumu ve üretimidir.
İşte batılı bir aydın olan Emile Zola’nın çığlığına katılmamın nedeni de bu. Çünkü ben de tıpkı Zola gibi, onu örnek alarak ve yüreğimdeki ödev duygusuna uyarak, ülkemdeki adaletsizliğe başkaldırıyorum. Mustafa Balbay’dan yola çıkarak, suçsuz yere suçlanan tüm tutuklular adına! Yine de sesimi duyan olacak mı, Zola’nın Fransa’yı ayağa kaldıran çığlığına erişecek mi, çok kuşkuluyum. Çünkü burası, benim ülkem Türkiye. Aklın terazisi vicdanın, çarpıldığı ya da çarpıtıldığı Türkiye.
Oysa şurada dile getirmeye çalıştığım ama hiçbirimizin akışını değiştiremediği ve ülkemde yaşanmakta olan adaletsizlik kavramının, herhangi bir batı filminde hemen her gün fındık-fıstık yer gibi özgürce konu edildiği de ortada! Ucuz kovboy filmlerinden tutun da mahkeme/ yargı/ hükümlü/ hapishane filmlerine dek her an yüzlerce filmde bireyin ve toplumun vicdanı sorgulanıyor ve adalet kavramı tartışılıyor. Ama yalnızca aklın terazisine vurularak! Çünkü batı dünyası bunları, yüzyıllar öncesinden düşüncesinde, felsefesinde ve yalnızca aklın, gerçeğin yolundan giden kitaplarında sorgulamaya, tartışmaya çoktan başlamış. Yani toplumca giderek iyice beğenmez bir duruma gelmeye başladığımız ve kopmaya yüz tuttuğumuz batı, adaletsizliği salt kitaplarında değil filmlerinde bile apaçık, özgürce tartışacak duruma gelmiş de biz hâlâ insanlarımızın suçsuzluğunu ve mahkumiyetlerini yasalarımızın önünde kanıtla-yamıyor, siyasetin ucuz borazanı olmuş adaletin baskısına karşı sesimizi bile çıkaramıyor, suçsuzların cezaevlerinde sürünmelerine seyirci kalıyoruz. Yani adaletsizliğe gözlerimizi kapatıp boyun eğiyoruz. Peki, neden? İşte benim karşı çıkmaya çalıştığım bu… Gerçeğin ortaya çıkmasını yalnızca yargıçlara ve savcılara bırakmamalıyız, kendi vicdanımıza da bütün yıldırmalara karşın kulak vererek uymalıyız ki adalet yerini bulsun. Adaletsizlik biz dışarıdakilerin de uykusunu kaçırsın ki gerçeği haykıralım, toplumda gerçeğin sesi yankılansın ki adalet yerini bulsun. Çünkü adalet insan kadar topluma da gereklidir. Dahası adalet dürtüsü olmadan insan, insan olamaz. Çünkü insanı insan yapan, her zaman ve her konuda gerçeğin peşinde olmasıdır. İnsanı ancak gerçek aydınlatır. Bence batıyı batı yapan da onun her zaman gerçekleri sorgulaması, yani dışında ve içinde gördüğü her şeyi aklının, yalnızca aklının terazisine vurmasıdır. Unutmayalım ki bizim sömürgeci ve çıkarcı diyerek sırtımızı dönmeye çalıştığımız batı dünyası, “düşünmeyi ve kuşkuyu” aklının dümeni yaparak bilimi, demokrasiyi, ahlâkı, erdemi, özgürlüğü, eşitliği ve adaleti sorgulamış ve bulgulamıştır. Aklını ve bilgisini vicdanının terazisinde tartarak! Çağdaş ve demokratik toplum böyle doğmuştur. 
; Benim örnek aldığım Emile Zola da işte böylesi bir dünyanın ürünüdür. O şöyle diyor:
“Ben ne bir polemik adamıyım ne de böyle kavgalardan kendisine pay çıkaran bir politikacı. Yaşamımda tek tutkusu ‘gerçek’in peşinden gitmek olan bir yazarım. Bir yazar olarak şimdiye dek bu gerçek uğruna her cephede savaştım.”
Yüzbaşı Dreyfus da aklandıktan sonra; “Yaşasın Dreyfus!” diyenlere şöyle sesleniyor: “Yaşasın hakikat!”
Ben de diyorum ki suçsuz olduklarına (çünkü ortada kanıt yok, açılan dava da dayanaksız) inandığım insanların aklanmalarına, sonuna dek destek olmak ve sesimi yükseltmek benim insanlık görevimdir. Çünkü benim insan, kişi olarak “vicdan” ödevim ahlâklılık, erdem ve adalet ereğim bunu gerektiriyor. Toplumum adına; dahası o bana katılmasa da! Emile Zola’nın dediği gibi; “Gerçeği söyleyeceğim. Benim görevim konuşmak; suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim orada, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak.”
Şeriatın kestiği parmak (ya da baş) acımaz ama adaletsizliğin kanattığı yürek acı acı düşündürür ve başkaldırtır.
TANSU BELE/ şubat 2011