Tansu Bele: Sokrates Gazeteciliğin Babasıdır

SOKRATES GAZETECİLİĞİN BABASIDIR 

Tansu Bele    

 

                              

           “Gerçekten öldürtürseniz beni, ne denli gülünç de olsa bir benzetme yapmama izin verin, büyük ve yiğit ama büyüklüğünden dolayı ağır, yavaş olan ve dürtülmesi gereken bir atı andıran devleti yerinden oynatmak için tanrının tebelleş ettiği benim gibi bir at sineğini kolay kolay bulamazsınız. Ben tanrının devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim; her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum, ardınızı bırakmıyorum. Benim gibi birini kolay kolay bulamayacaksınız yargıçlar, onun için beni esirgemenizi, kendinizi benden yoksundurmamanızı salık veririm.” (Sokrates’in Savunması, çev. Teoman Aktürel, say 36)

      Antik Çağ’ın büyük filozofu Sokrates’in, devletin geçerli yasalarınca tutuklanıp yargılanması sırasında yaptığı, kendisini savunma konuşmasından alıntıladığım yukarıdaki satırlar, bana hep demokratik düzenlerdeki basının görevlerini ve gücünü düşündürür. Sanki Sokrates’in ünlü Savunmansında dile getirdikleri ve yargıya, hukuka, yönetime, topluma yaptığı uyarılar; çağdaş, demokratik toplumlardaki basının işlevini, gazetecinin görevini çağrıştırmaktadır. Sokrates; gerek toplumda, insanlar arasında dolaşırken yaptığı sözlü açıklamalarla, düşünce tartışmalarıyla, gerekse bilgiyi araştırması ve gerçeğin bilgisine ulaşma çabalarıyla çağımızın gazetecilerine benzemektedir. Çağımızda gazetecinin yaptığı neyse, binyıllar önce filozof Sokrates de onu yapmıştır. Bu nedenle kanımca yazılı basının olmadığı çağlarda, o bir tür gazetecilik yapmıştır. İnsanların “doğru” ya da “yanlış” düşünüp düşünmediklerini anlamaları için onları; bilgilerini sınamaya yöneltmiş, bunu da inandıkları  ya da edindikleri bilgiler üzerinde düşünmeye yönlendirerek yapmaya çalışmış, onlara düşüncelerinin doğruluğunu araştırırken nasıl bilgi yoluna başvuracaklarını göstermiştir. Dahası, doğru bilgilere ulaşmak için eldeki bilgileri  “birlikte araştırmanın”, bunlar üzerinden yeni bilgiler üretmenin yolunu göstermiştir. Yani bilgiler aracılığıyla düşünmenin yolunu açmıştır.

       İşte; günümüzde (ya da birkaç yüzyıl öncesinden başlayarak) gazetecinin de, topluma haber ulaştırmaktan da öte asıl görevi budur: O da, tıpkı Sokrates gibi çeşitli yollarla ulaştığı bilgileri (haberleri) sınayarak, açımlayarak gerçekleri sorgulamaya, doğrulara ulaşmaya çalışır. Bilgiler üzerinden yola çıkarak, doğru bilgiyi bulmayı ya da buldurmayı hedefler. Yani gazetecilik; olaydan/bilgiden ya da haberden yola çıkarak bir çeşit olan bitenleri (ya da yaşananları) açıklama, araştırma ve sorgulama yöntemidir. Bizler buna artık “yorum” diyoruz. Yorum ya da yorumlama; kimi açılardan Sokrates’in diyalektik adı verilen hatırlama/hatırlatma yöntemine çok benzer. Sokrates; aklımızdaki bilgileri yoklama, onların kaynağını bulgulama ve doğruları saptama yolu olan bu yöntemini iki aşamalı gerçekleştirmekteydi: 1. İroni (alaysama): Kişiye bir şey bilmediğini göstermek. 2. Mayötik (doğurtma sanatı: Kişideki gizli (anımsamadığı) bilgileri uyandırmak.  Sokrates yöntemini, konuşma dili yoluyla ve insanlarla söyleşerek yapıyordu. Oysa gazeteci yöntemini yazıyla ve basın aracılığıyla toplumla bağ kurarak yapar. Aradaki tek fark da budur. Yoksa ikisi de  yaşamsal bilgiyi doğru biçimde topluma ulaştırmakla, daha doğrusu topluma yaşamsal bilginin doğrularını buldurmakla yükümlü olmakta kesinlikle birleşir.

     Kanımca bizde bu iş, Şinasi’yle başlamış ve İlhan Selçuk gibi bilge gazetecilerle doruğuna ulaşmıştır. Köşe yazarlığı da gazeteciliğin işte bu “ toplumu doğru bilgilere ulaştırmak, onu aydınlatmak” anlayışından doğmuştur. Edebiyatla bağı da tam da bu noktada kopar: Edebiyat, yazıyla sanat yapmaktır; doğruları aramak, sorgulamak gibi bir amacı yoktur; doğrulara ışık tutsa da o bir aynadır, kanıt göstermekle uğraşmaz. Ama gazetecinin işi, okurlara ya da insanlara göstermeye çalıştığı olup bitenlerdeki doğru/yanlış ölçütlerini onlara buldurmaktır. Gazeteci, olup bitenleri yalnızca sergilemekle yetinmez, onların doğrulukları, yanlışlıkları açısından okurca sorgulanmasının da yolunu gösterir. Yani gazeteci yorumcu değildir, habercidir ama gösterdiği, işaret ettiği, haber verdiği her neyse, onun üzerinde okuru düşünmeye çağırmakla yükümlüdür. Bu yüküme şu açıdan da bakabiliriz: En sıradan muhabirin en güncel haberinde bile bir yorum saklıdır. Örnekse falanca yerde gerçekleşmiş bir deprem haberinde, anlam ve içerik olarak bunun büyük bir doğal tehlike olduğu ve nedenlerinin sorgulanması, alınacak önlemlerin tartışmaya açılması amacı kaçınılmaz olarak (neredeyse kendiliğinden) sergilenir. Aynı biçimde, erkek eliyle öldürülen kadının durumu, tüm dramatikliğiyle dikkatleri üzerine çekerek nedenleri üzerinde yine acı acı düşündürür. Haber her zaman yoruma açıktır; çünkü onun esas görevi zaten budur. Çünkü haber, aynı zamanda bilgidir ve her türlü bilgi, bizleri düşünmeye yönlendirmek için vardır. İşte Sokrates’in binlerce yıl önce bizlere öğrettiği de budur. Ben bu yüzden ona  “gazetecinin hası, ağababası” diyorum.
 
     Ama bugün, yaşadığımız şu dünyaya dönüp baktığımızda ve basın dünyasında olup bitenlere gözlerimizi, kulaklarımızı çevirdiğimizde neler görmekteyiz? Öncelikle şunu: Bir kez tüm medya/ basın organlarının inanılmaz bir bilgi kirliliği içinde yüzdüğünü görüp dehşete kapılıyoruz. Çünkü en ileri teknolojik araç gereçlerle donanmış, televizyonu, bilgisayarı yanına almış gazeteciliğin işleyişindeki yanıltıcı, ürkütücü gerçekler, dahası bilgilerin yalan sarmalında akışı ne yazık ki çok büyük boyutlara gelip dayanmış durumda. Dahası medyanın/basının beslendiği çarpıtılmış bilgi ağının  yarattığı yıkımlar, çoğu kişiyi acı acı düşündürüyor. Öyle ki gazetecinin el attığı ya da ulaştığı bilgileri ona pompalayan, aktaran kaynakların, güçlerin çoğu zaman düzmece, yalan, yapay biçimde üretim yaptıkları artık bilinen bir gerçek. Hangi haberin düzmece, hangisinin doğru ya da yanlış olduğunu ayırt etmek giderek içinden çıkılmaz bir duruma doğru sürüklenmekte; gazeteci kişi, edindiği bilgiler konusunda nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bocalıyor. Onun, ulaştığı bilgiler açısından her an kandırılması bile olası. Durum böyleyken, gerçekleri doğru biçimde okura ve kamuoyuna aktarmakla yükümlü gazeteci bunu nasıl yapabilecek? Elindeki bilgiler güvenilir değilse ya da bu yönden kuşkuları varsa gerçekleri nasıl, neye dayanarak aktaracak? İşin daha da vahim yanı, gazeteci kişinin elindeki bilgileri kendi isteğiyle çarpıtarak ya da kasıtlı biçimde farklı yorumlayarak okura aktarmasıdır. Düşüncenin ya da eldeki (akıldaki) bilginin değiştirilerek yorumlanması ya da okura yalan bilgi verilmesi, ayrıca bilgiler üzerinden yanlış çıkarsamalara yol açacak biçimde yorumlar yapılması en hafif deyimiyle basın ahlâkına uymaz. Ne yazık ki her türlü biçimiyle kirli bilgi üretimi, yalnız bizde değil tüm dünyada almış yürümüş bir çarpıklığa dönüşmüştür. Bugün tüm haberleşme araçlarından kamuoyuna ulaşan bilgilerin hangisinin ne kadar güvenilir olduğu ya da bunları bizlere sunanların ne ölçüde doğruları aktardıkları, bir bilmece/ bulmaca sarmalına dolaşmış gibidir. Çünkü işin içine, gazete patronlarının (ki bunlar iş adamıdır) istekleri doğrultusunda yazı yazmak çabası girince, dürüst gazeteciliğin ve okuru doğru bilgiyle bilgilendirme çabasının yok olması devreye girmektedir.

    Buna karşılık yalan ya da kasıtlı biçimde yanlış bilgilendirmenin, kamuoyunu aldatarak istediği biçimde yönlendirilmesi, ne demokratik hak ve özgürlüklere ne de ahlâka sığar. Başka bir deyişle “Basın özgürlüğünün kaynağında kişinin temel hak ve özgürlükleri vardır. Düşünce özgürlüğü, düşüncenin yazılması ve yayımlanması demokrasinin vazgeçilmez koşullarıdır. Temel hak ve özgürlüklerin anasıdır.(…) Demokratik hukuk devletinde, basın halkın gözü ve kulağı olarak siyasal iktidarı eleştirmek ve denetlemek hakkına sahiptir.” (dr. Alev Coşkun; Basın Özgürlüğü ve Dış Tepkiler, Cumhuriyet Gazetesi, 25 mart 2011)

     Ancak; ya gazeteci/ medyatik kişinin aktardığı bilgiler yanlış ya da yalansa? Düzmece ve uydurulmuşsa? Temelsizse? Kasıtlı üretilmiş bilgiyse? Daha da korkuncu, bu kişi ya da kişiler devletin güdümünde ve çıkar amaçlı olarak bu işi yapmaktaysalar, o zaman ne olur? “Almanya Federal Anayasa Mahkemesi (basın özgürlüğü konusundaki) bir kararında şöyle diyor: Devlet gücü tarafından yönlendirilmeyen, sansüre tabi olmayan basın, özgürlükçü demokratik devletin temel öğesidir. Demokrasi için zorunludur.” (dr. Alev Coşkun; a.g.y.) İyi de, devlet gücü, bir yandan kendi çıkarı için yönlendirdiği basını beslerken öte yandan “demokrasi için zorunlu” olanı, yani okuru doğru bilgilendirme amacıyla gerçekleri sorgulama, düşündürme, araştırma işini yapmaya çalışanı kösteklerse bunun adı nedir? Bu devlet gücüne despot denmez mi? Bir de düşünmeye çağıranı hapse atarsa… İşte binlerce yıl önce Sokrates’in, insanlara/ vatandaşlara bilgilerinin doğruluğu/ yanlışlığı üzerinde düşünmenin yollarını öğretirken devlet tarafından tutuklanması gibi; günümüzde de halkın gözü kulağı olup olayları, yaşananları, siyasal düzenlemeleri özgürce tartışmaya, sorgulamaya açmak çabasında olan gazetecilerin susturulmaya çalışılması da demokratik hukuk devletinin değil, olsa olsa faşist bir devletin göstergesi anlamına gelir. Sokrates’in işaret ettiği de aslında budur. Yargıçlara; “Beni yok ederek kendinizden yoksun kılmayın” derken, gerçekte “demokrasinin sesini kısmayın, çünkü devlet düzeninde size en gerekli şey budur” demek istemektedir. Çünkü demokrasi her şeyden önce doğru bilgilere dayanarak kendinin ve başkasının haklarını bilme, koruma, savunma demektir.

     Ayrıca Sokrates Savunmansı’nda, bir de içindeki sesten söz etmektedir: “Bir çeşit ses olan bu belirti çocukluğumda gelmeye başlamıştı bana; bu ses beni hep görmek istediğim işlerden alıkor, ama hiç mi hiç bu işlere zorlamazdı beni. Benim siyasayla uğraşmama karşı koyan işte bu sestir; beni siyasadan alıkoymasının da çok yerinde olduğuna inanıyorum” (Sokrates’in  Savunması, say 37) Sonraları filozoflarca adına “vicdan” denilecek olan bu içses; bana göre çağdaş gazetecinin ençok gereksindiği öğedir. Çünkü Sokrates’in de belirttiği gibi; çıkar çarkı demek olan siyasadan gazetecinin uzak durmasını sağlayacak olan  tek güç  –eğer varsa- onun vicdanıdır. Bu vicdan her zaman gazeteciye, doğrulardan yana olmayı, siyasanın açtığı bütün çıkar ve para yollarına karşı koyarak cesaretle ve yalnızca doğruların peşinden gitmeyi sesleyecektir. Ölüm pahasına da olsa… Demokrasiyi özümsemiş ve halka da özümsetmeye çalışan bir gazetecinin görevi zaten budur. Doğruları, bedeli ne olursa olsun bulmak ve buldurmak! Sokrates gibi… Toplumun vicdanının sesi olmak; tıpkı adaleti savunan yargıç gibi onun (ve gazetecinin) birincil görevidir.

    Kanımca ülkemize batıdan gelen her şey gibi çok geç giren gazeteciliğin hakkını veren yürekli gazetecilerimiz ne mutlu ki yetişmekte gecikmedi. Yirminci yüzyılda basınımızın yüz akı olan ve onu demokrasiyle özdeşleştiren birkaç isim, çağdaş cumhuriyetimizin aydınlığını  büyük bir güçle sürdürdüler, yücelttiler. Devletimizin ve toplumumuzun demokratik yapısına büyük katkılarda bulundular. Ne yazık ki demokrasiyi hazmedemeyen kimi karanlık güçlerce yok edilmekten de kurtulamadılar. Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu gibi gerçek gazeteci kimliği olanlar, Sokrates gibi kurban edildiler. İlhan Selçuk da onlardan biridir. Bunların yanı sıra şimdilerde uydurma nedenlerle hapislere, hücrelere atılan değerli gazetecilerle birlikte, demokrasinin ve hukuk devletinin güvenirliğinin zedelenmesi sürdürülmektedir. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan vb. gibi demokrasiyi savunan gazeteciler, doğruları araştırdıkları için sorgulanmaktadırlar. Hücrelerde bekletilmektedirler. Son günlerde Nedim Şener, Ahmet Şık gibi gazeteciler bunlara eklenmiştir. Hele Ahmet Şık’ın, basılmamış kitabından dolayı sorguya alınması, durumu iyice trajikomik bir boyuta tırmandırmıştır. Sanki Sokrates, işlemediği suçtan dolayı bir kez daha yargılanmaktadır.

        Gazetecilikte doğrular adına soru (ya da hesap) sormanın neredeyse suç durumuna geldiği böyle bir dönemde, gerçekte yargılanan demokrasi ve özgürlükler olmaktadır. Düşünmek olmaktadır. Düşünmek neredeyse suç durumuna gelmektedir. Düşünmek, yazılı ya da sözlü suç işlemek demektir artık… Bu da gerçekten yüzyıllar öncesinin demokrasi beşiği Atina’da,  “düşündüğü ve düşündürdüğü; insanları düşündürmeye uğraşan” Sokrates’in düştüğü durumu andırmaktadır. Sokrates; doğruların peşinde koşuyordu. Çünkü “yalnızca tartışmış olmak için tartışan, belli bir doğruya ulaşmak için değil de salt maddi çıkar sağlamak amacıyla kandırma eylemi içinde olan Sofistlere” savaş açmıştı. Kendilerine felsefe öğretmeni diyen Sofistler, gerçekte aldatmayı, ikna etmeyi, sözün etkisiyle inandırmayı hedefleyen bir akıl yürütme biçemini benimsemişlerdi. Onların kullandıkları tartışma, incelikli ve yanıltıcı argüman teknikleri, doğruyu söylemeyi, doğruları dile getirmeyi hedeflemiyordu. Yalnızca üstün çıkmayı, kazanmayı amaçlayan bir tartışma türüydü bu; görünüşte doğru olmakla birlikte, gerçekte büyük bir dikkatle incelendiği zaman görülebilecek ince bir yanlış içeren aldatma ya da en azından yanıltma amaçlı bir akıl yürütme biçemiydi. Şimdilere baktığımızda da, hangi nedenle ya da çıkar amaçlı olursa olsun, doğruların çarpıtılmasında uygulanan teknikler de Sofistlerinkine tıpatıp uymaktadır. Öyleyse binlerce yıldır demokrasi ve özgürlük diye çırpınan halkların çabası ne ölçüde bu isteğe ulaşmıştır? Eğer bu çabada biraz olsun bir yol alınabilmişse bu, kanımca yine de Sokrates gibi yılmadan, cesurca doğruların peşinde koşabilen gazeteciler, ya-zarlar ve düşün insanları (felsefe) aracılığıyla gerçekleşmiştir. Şimdi bu kazanımları çöpe atıp ilkçağlara geri mi döneceğiz? Bütün dürüst gazetecilere Sokrates’e yapıldığı gibi baldıran zehiri mi içireceğiz? Hem de ne uğruna? Toplumların uyutulmaları ve küreselleşmeye (despotizme, faşizme, sömürüye, susturulmaya ve yok edilmeye) sunulmaları amacıyla… İşte bu yüzden Sokrates, Savunmasında binyıllar ötesinden bizlere sesleniyor. Dahası bizler de bu yüzden tutucu, baskıcı, despotik, faşist siyasal yapılanmalara karşı özgürce direnen ve halklara doğruları aktarmakla kendilerini yükümlü sayan cesur gazetecilerimizin, düşün insanlarımızın yok edilmelerine seyirci kalacak yerde onlara destek vermeliyiz.

     Ne mutlu bizlere ki, kısacık basın tarihimizde, Sokrates gibi doğruları her türlü baskı ve yalana karşın savunan ve araştıran, topluma sorgulatan yüce bir İlhan Selçuk yetiştirebilmişiz. Çünkü bugün hâlâ karanlıklar içinde çırpınsa da, ülkemiz yine de demokrasinin beşiği Anadolu! Grek düşüncesinin fışkırdığı yer; basınımız (ve demokrasimiz) ne kadar tırpanlansa da Sokrates’in o “dürüst bilge gazeteci ruhu” gazetecilerimize ışık olmayı sürdürecek.  İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek, Sokrates’in Anadolulu çağdaş ardılları ve onları yenileri izleyecek; despotizmin ve yalancı, iki yüzlü, çıkarcı, sözde demokrasi savunucusu emperyalizmin  bundan hiç kuşkusu olmasın.

TANSU BELE / 25 mart 2011     

    
Alıntı: Sokrates evetbenim

          
  "18. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan Neo-Klasisizm (Yeni Klasikçilik) akımının öncüsü olarak bilinen, Fransız ressam Jacques-Louis David (1748 1825) tarafından 1787 yılında tuvale aktarılmış ve günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenmekte…

Öğrencisi Platon’un kaleme aldığı ‘Sokrates’in Savunması’nda, Sokrates savunmasını yaparken ölüm korkusu üzerine şöyle söylüyor: “… Çünkü siz erkekler, ölümden korkmak, öyle olmadığı halde insanın kendisini bilge yerine koymasından başka bir şey değildir. Çünkü bu insanın hiç bilmediği bir şeyi bildiğine inanması anlamına gelir. Hiç kimse, ölümün insanlar için iyiliklerin en büyüğü olup olmadığını bilemez, ama yine de, kötülüklerin en büyüğü olduğundan kesinlikle eminlermiş gibi insanlar o’ndan korkuyor…” ve yine Platon’un ‘Devlet’ isimli eserinde Sokrates adalet üzerine şunları söylüyor: “… Nefesim yettiğince, sesim soluğum kesilmedikçe, haksızlığı savunanlara karşı,adaletten yana saf tutmamak korkarım Tanrılara karşı sorumluluğu da zedeler. En iyisi adalet lehine elimden geldiğince ağırlık koymak…

Resmi incelemeye başladığımızda Sokrates’in asil bir bilge gibi betimlenerek altın oran kesitinde kompoze edildiğini görürüz. Tablonun tamamına hakim olan olay bir zindan içerisinde geçmektedir. Uzun ve haklı savunmasına rağmen ölüm cezasına çarptırılan Sokrates, zindanındaki döşeği üzerinde oturur pozisyondadır. Ölümden korkmayan bir tavırla, sol kolunu ve sol işaret parmağını yukarıya kaldırarak, kendi ölümünün kendisi için bir kurtuluş olduğunu ve öldükten sonra da birçok Sokrates’in geleceğini ifade etmektedir. Yüzünde patetik ve neşe karışımı bir ifade ile Sokrates, yaptığı işten utanç duyan ama görevi gereği yapma mecburiyetinde bulunan genç bir Atinalının uzattığı ve içinde baldıran zehri bulunan kadehi almaktadır. Tablonun solunda oturur pozisyonda konumlandırılmış olan kişi Sokrates’in öğrencisi Aristokles (Eflatun/Platon)’dir. Başını öne eğerek ellerini kucağında birleştirmiş ve gözlerini kapamış bir şekilde, çok sevdiği ve saygı duyduğu hocasının adaletsiz bir şekilde cezalandırılmasına karşı elinden hiçbir şey gelememesinden dolayı duyduğu üzüntüyü bir parça da olsa hissedebileceğimiz Platon’un, bu olaydan ne kadar çok etkilendiğini rahatlıkla anlayabiliyoruz. Sokrates’in arkasındakiler ise öğrencileri ve yakın arkadaşlarıdır. Onlar da hayretler içerisinde hem yapılan haksızlığın, hem de Sokrates’in buna gösterdiği rahat tavrın etkisi altında feryat etmekteler. Hemen Sokrates’in yanında oturan ve sağ eli ile Sokrates’in sol bacağını avutucu bir şekilde kavrayan, en yakın arkadaşı Crito’dur. O’nu her ne kadar hapisten kurtarmaya çalışdıysa da, bunu başaramamanın verdiği üzüntü Sokrates’e olan hareketli yakın temasından anlaşılıyor. Tabloya derinlik kazandıran arka plandakiler ise, infazın gerçekleşmesini emretmek için gelen mahkeme heyeti üyeleridir. İnfaz anında bulunamayacak kadar da vicdan sahibi oldukları zindanı terk etmelerinden anlaşılsa da, David, bu paralel kompozisyonda tam da bu noktada olayın tamamen dramatik bir atmosfere bürünmesini ve Sokrates’in son saniyelerini tabloyu seyreden kişiye bir solukta vermeyi düşünmüştür. Dramatik bildiğimiz bu olayın da, tabloda fevkalade gerçekçi bir boyut ivmesiyle canlandırıldığı pekala yadsınamaz."

Alıntı Kaynak:
http://dergi.yeniyuksektepe.org.tr       

               

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir