TEPEM HAYRİYELER ÇOĞALDIKÇA

                               TEPEM HAYRİYELER ÇOĞALDIKÇA

 

       -Düşünememenin trajikomikliği üzerine düşünmeye çabalarken ipini koparan bir deneme-

 

 

       İçimizde kendini  bilge sananlar varsa, bilgeliği bulmak için deliliği kucaklasınlar”

                                                                                          Erasmus, “Deliliğe Övgü”

 

     Çocukluğumda yaşadığım mahallede bir kadın vardı. Her gün sokaklarda, iki elini başının üstüne bastırarak koşar, bir yandan da bağırırdı:

     “Tepem ağrıyor! Tepem ağrıyor!”

     Arada bir de yolun ortasında durur, yine bağırarak:

      “Üstüme gelmeyin! Üstüme gelmeyin! Sizin yüzünüzden aklım kaçacak!” derdi.

     Biz çocuklar kadının arkasından koşarken gülmekten yerlere yatar, dilimizi çıkarır, bağırıp çağırarak itişirdik:

    “Senin aklını sevgilin kaçırdı Tepem Hayriye!”

    O bize dönerek öfkeyle söylenirdi:

     “Bak nasıl tutuyorum aklımı, bir yere kaçmasın diye…” 

     Biz katıla katıla gülerken zavallı deli kadın, yine elleriyle başını tepesinden bastırarak koşar giderdi. Ona “Tepem Hayriye” ismini kim takmıştı bilmiyorum. Bildiğim; kadının başıyla ya da aklıyla bir zoru olduğuydu.  Kimi zaman da yerlerde, toz toprak içinde yuvarlanır, “Ah benim zavallı başım, düşünmekten çatlayacak” diyerek ağlardı.

      Sonunda ablası onun bu durumuna harika bir çözüm buldu. Yoksul olan abla, mahallelinin yardımlarıyla yaşıyor ve kız kardeşi Tepem Hayriye’ye  elinden geldiğince bakıyordu. Bir gün komşuları Tepem Hayriye’nin başını örtmesini önermişler. Abla da hemen kız kardeşinin başına bir bere giydirip üstüne de bir eşarp bağlamış. O günden sonra Tepem Hayriye sokaklarda başını tutarak koşturmaz oldu. Artık caminin önünde çömelerek, suspus oturuyor, hiç kimseyle konuşmuyordu. Çocuklar ne kadar onunla dalga geçip laf atarak kışkırtsalar da, ağzını açıp hiçbir karşılık vermiyordu. Bu kez de çocuklar onun için:

    “Tepem Hayriye hidayete erdi! Tepem Hayriye ermiş oldu! Evliyalar onu okuyup üfledi!” diye bağırmaya başladılar. Ama bu durum çok uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra Tepem Hayriye ölüverdi. Sonra da unutuldu gitti. Yarım aklının, başı bağlanınca büsbütün kaçtığına hükmedilmişti. Gelin görün ki onun gerçekten yaşadığına hepimiz tanıktık.

     Bana gelince; aradan elli yıl geçtikten sonra Tepem Hayriye’yi  anımsamamın nedeni, şimdilerde İstanbul sokaklarında bol sayıda karşıma çıkan tesettürlü kadınlarımızın kızlarımızın varlığı.  Düşünmek yüzünden kafası çatlayan Tepem Hayriye’nin başını bağlayınca dut yemiş bülbüle dönüşü, ne zaman başı bağlı bir kadınla karşılaşsam nedense birden usuma geliveriyor. “Bunlar acaba akıllarını sağlam kazığa bağlayacaklarını sandıkları için mi böyle örtünüyorlar?” demek geliyor içimden. Tepem Hayriye’nin deyimiyle nereye kaçacağı, hangi dala konacağı bilinmeyecek akıllarını  “zaptu rapt” altına alıyorlar. Öyle ya; kadın aklı bu, özgür bırakırsan kime kaçacağı, neye sevdalanacağı, başına ne belâlar açacağı bilinmez. İyisi mi…

     Hem sonra ne demiş atalarımız bu konuda?  “Kızı kendi başına bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar” dememişler mi? İyisi mi bağla başını, koy dört duvar arasına. Reçel kavanozu gibi bir işe yarasın. Düşünmek mi? O da ne? Nerden çıktı şimdi damdan düşer gibi? Evin süsü, erkeğin gonca gülü reçel kavanozuna hiç yakışır mı düşünmek?  Gül reçelleri, çoluk çocuk sabah kahvaltılarında ve iftarl
arda besmeleyle yenilmek içindir. Başka ne içindir? Düşünmek mi? Sen çık aradan bakayım. Kutsal ve geleneksel aile yaşantımızın içinde işin ne? Hem öyle durup dururken de gavurluk yapma. Memleketime ve dinime dil uzatma ey batılı yabancı! Zaten sen de kimsin, elin yabancı tohumu? Ta bilmem nereden gelip de gül gibi aile yuvalarımızı mı bozacaksın? Cümbür cemaat cennet sefamızı, tariki dünya mutluluğumuzu elimizden mi alacaksın? Seni akıl kaçkını seni… Seni gidi filozof seni… Akıllar hep sana kaldı da biz lahana mı üretiyoruz burada? Boş yere mi aklımızı sarımsak gibi sarıp sarmalayıp başımızın içine kilitliyoruz? Aptal mıyız biz, hiç sarımsağımızı açıp pardon aklımızı başımızdan dışarı çıkarıp dünyaya salar mıyız? Elimizden kaçırır mıyız? Avucunu yala sen, bizim sarımsağımız zaten senin düşünmenden daha değerli ey deli filozof; hiç öyle seninki gibi başıboş bırakılıp sağa sola, o yana bu yana kıpırdamıyor, gidip gelmiyor, olduğu yerde sap gibi duruyor. Neden mi? Çünkü akıl dediğin durur oturur, ağaç gibi kök salar toprağına. Sonra da yeşerdiği yerde kurur gider. Gelenek de işte bu tür akıldan ürer. Seninki gibi düşünmenin elinde fırıldak olup oraya buraya saldırmaz, bilinmeyen denizlerde kürek sallamaz. Kutsal, geleneksel evinin çatısı altında güvendedir o; başını açıp da kapıdan, pencereden bile uzatmaz. Sen istediğin kadar sarımsak durduğu yerde pis kokar de, asıl kokuşan sensin ey batının düşünce çorbası! Hem baksana, senin kafanın tenceresinde ne ararsan var! Her yana saçılmış, bütün dünyaya bulaşmış senin zehirli akıl çorban. Bak nasıl da dünyayı fokur fokur kaynatıyor,  yakında kazanı paldır küldür devirirse hiç şaşmam. Balon patladı patlayacak senin yüzünden ey batılı kafa! Kazanın dibi delindi delinecek sen çorbayı karıştırdıkça… Ne yaparsın, düşünce çorbası işte bu, karıştır karıştır dibini bulamazsın, ta ki kazanı altüst edene dek! Bizimkiyse nasıl da tariki dünyasında bir ve tek, değişmez ve değiştirilemez, birbirinin tıpatıp aynı robot ağaçlar gibi hür ve rengi  yalnızca cennet yeşili bir orman gibi kardeşçesine. Bak da örnek al ey düşünen deli filozof, kafalarımız nasıl da Tanrı’nın elinden birörnek çıkmış ve de sapasağlam. Var mı sende böylesi? Şimdi senin de bir zamanlar bizimkinin aynı olan aklı pazarladığını anlatıp durma bana. Sen, başının içinde dura dura mayalanıp turşulanmış o güzelim aklının, durup dururken birtakım delilerin elinde “Aydınlanmak! Aydınlanmak!” avazeleriyle nasıl da havalara savrulduğunu, heba olduğunu hiç ama hiç unutma. Öyle öyle: Özgürlük, özgürlük diye diye senin aklını başından nasıl aldılar o deliler, söylesene! Nasıl da alıp kaçırdılar senin keçilerini dağlara, taşlara, yokuşlara;  kazığa bağlı aklının karşısına geçip “düşünmek düşünmek!” diye tepinenler? Bilge Erasmus’un dediği gibi: “Kendilerine inanacak kadar avanak kimseler bulabilen mesut deliler”, yani filozoflar, nasıl oldu da karıştırıp uçurdular senin aklını? Vah zavallı, sen nasıl, neden izin verdin buna? Sen ey uluların ulusu, dini bütün Ortaçağ akıllı! Neden uydun bu delilere? Çık bakalım çıkabilirsen, şimdi bu akıl çorbasının içinden! Bak bizimkiler hiç uydular mı senin delilerine? Nasıl akıllı uslu oturuyorlar yerlerinde? Hepsinin aklı başında! Akıldan şaşmak mı, Allah korusun!

    Atalarımız deliliğe boş yere mi  “aklını kaçırmak” demişler? Hani şu, Tepem Hayriye’nin sıkı sıkı kafasında tutmaya çalıştığı aklın kaçması halinde ne olacağının altını böylece en veciz biçimde çizerek biz torunlarına aktarıp kurallaştırmamışlar mı? Akıllarını kullanıp bizi geleneklerimize ve dinimize bağlamamışlar mı? Ne demek aklını kaçırmak? Yani atalarımız; aklını başından dışarı çıkarıp sakın dünyaya salma, sonra aklın başını bırakır da uçup giderse akılsız kalırsın demek istemişler besbelli. Demek ki siz siz olun, sakın ola aklınızı öyle olur olmaz yabancı diyarlarda har vurup harman savurmayın, yoksa el elinde heba olup tükenir, siz de akılsız kalırsınız demek istemişler. Evinin içinde, ailenin doksan dokuz göbeğinde, örtülerin altında ve dört duvar arasında sıkı sıkı hapset demek istemişler. Aklını elinden kaçırma sakın ha! Akıl dışı ol, aklından uzak dur! Bunun için  “Aklını sağlam kazığa bağla, sıkı sıkı tut elinde ey baş! Hele hele, sakın ola ki onu bozuk gavur parası gibi harcama, o senin namusundur.”  Ayrıca bu konuda, özellikle de namusumuzun kanlı canlı kanıtları kızlarımızın, kadınlarımızın başlarını bağlamayı en büyük iman sayan ulemamız tümden haklıdır derim ben. Evet evet, yerden göğe  hak bile veririm, neme gerek: Çünkü “yazdığımı bozmaya beni zorlamak için, bunlar ansızın üstüme dolu gibi kanıtlar yağdırıp beni ezebilir ya da yazdığımı bozmak istemezsem her yerde beni ‘din yolundan sapmış’ diye ele verebilirler.” İşte böyle diyor Erasmus, yemin ederim ki ben onun yalancısıyım. Tövbe!

     Peki, bu arada “aklından zoru olanlar” ne yapsınlar? Nasıl olmuş da düşmüşler bu kötü yo-la, diye sormak da kimsenin aklından geçmez mi? Örneğin Tepem Hayriye; ne olmuş da “akılla boğaz boğaza” gelmiş zavallı? Bence kafasının içinde var olan, ama onun hiç bilmediği akıl diye bir şeyi keşfetmiş olmalı, sonra da onunla gırtlak gırtlağa gelmiş. Bunda şaşacak ne var? Tepem Hayriye’nin yeni tanıştığı bir şeydi bu akıl, yüzyıllardır bilmiyordu ki onun varlığını… Birden yüz yüze gelince de korkmuş olmalı. Çünkü bu kural tanımaz gücün yerinde durmazlığı onu şaşırtmış, ürkütmüş olmalı. İnsan oldum bittim aklını dizginlemeye çalışmış, tüm din dogmaları, tüm filozoflar ve tüm matematikçiler kural üstüne kural yığmışlar akla; yolundan sapmasın diye onu eğitmeye kalkışmışlar. Ama yine de başaramamışlar. Teologlar (din adamları) “ Her yoldan (yani akıl yolundan) sapmış zararlıdır; öyle ise yoldan sapmışları yakmalı” (Erasmus/ Deliliğe Övgü) demişler yüzyıllar boyu, ama yine de aklın ipini koparmasının önüne geçememişler ve akılla boğaz boğaza gelenlerden arındıramamışlar insanlığı… Çünkü deliliğe değer verip “deliliği yüklenen” İsa peygamber gibi, yani insan doğasıyla birle-şen her insanın yaptığı gibi aklını bulan, koparmıştır tüm iplerini… Sonra da aklıyla karşılaşıp yüz yüze gelince ödü kopan ve onu tepelemeye kalkışan Tepem Hayriy
e gibi başlamıştır Allah’a yalvarmaya: “Tanrım, yalvarırım size, kulunuzun defterinden bu günahı silin, çünkü bana bu günahı işleten deliliktir” (Erasmus/ Deliliğe Övgü)

     Neyse ki biz artık çağ atlamış durumdayız, Ortaçağ’ı çeyrek geçtik Atatürk’ün “kadınla-rımızı akıllarıyla yüzleştirip buluşturan” deliliği sayesinde; bu yüzden de “günahkâr” ve deli olan Tepem Hayriye’lerimizi yakmak yerine, başlarını sarımsak gibi sarıp sarmalıyoruz da, onların akıllı olmasını sağlayabiliyoruz. Artık düşünmedikleri için de nasıl mutlu ve özgür oluyorlar, dahası delilikten uzak kalıyorlar; işte bunu da anlata anlata bitiremiyorlar Tepem Hayriye’lerimiz. Düşünmek denilen illetten kurtulmaları onları özgür kılıyor ve mutluluğa eriyorlar! Akılları kafalarına girince ölüyorlar, daha doğrusu akılları kafalarına girsin diye bir yandan da öldürülüyorlar ama olsun! O kadar da olacak artık. Akılları başlarına geliyor ya!

     Ey serbest (başı-boş) kalınca aklı yerinden oynayan, dolayısıyla “aklını oynatan” kadınlar ve ey kadınların aklıyla oynayanlar, sizlere sesleniyorum: Hemen kadınların başlarını bağlayın! Onların akıllarını yerinde tutmak için başlarını sarımsak gibi sarın ki bir daha akıllarıyla karşılaştıklarında “Aman yoldan çıktık, günahkâr olduk” diyerek akılla boğaz boğaza gelmesinler! Biz serbest (başı açık) kadınlar daha ne diyelim? En doğrusu “Seni gidi akıl kaçkını Erasmus! Ortaçağ’dan kalkıp geldin de, bizi ‘baştan çıkarıp aklımızı çeleceğini’ mi sanıyorsun sen ha! Haydi deliler köyüne…”  diye bağırmak galiba. Zaten halkımız çoktan söylemiş söyleyeceğini: “Düşün düşün b.ktur işin!”, “Akıl akıl gel k.çıma takıl!”        

 

X: Son sözlerim için özür dilerim, ayıp kaçtı biliyorum. Neyleyim ki delirmekten çok korkan ve kadınlarımızın da delirmelerinin önüne başlarını bağlamakla geçebileceğine inanan hal-kımız türetmiş bu değerli sözleri. Ben de “akıldışı” kullandım. Çünkü benim “uslu, akıllı ve de eşeğini sağlam kazığa bağlamış” bir düşüncem yok bu konuda yemin ederim. Ne de olsa “akıl ipini koparmış” bir deliyim.                                                         

TANSU BELE/ Kasım 2010

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir