Bu Bir Rastlantı mı?


Prof.Dr. Yıldız Tümerdem

     Bu Bir Rastlantı mı?
 
        Prof. Dr. Yıldız Tümerdem
 
 
      Amerika dönüşünde, Hacettepe Tıp Fakültesinde Çocuk Doçenti olduktan sonra, İstanbul Tıp Fakültesindeki görevine başladığı yıllarda, hekim adayı olan tıp öğrencilerinin toplumun sağlık sorunlarını birebir öğrenecekleri, görev yapacakları sağlık ocakları yoktu İstanbul'da… Hacettepe'de uygulanan toplumsallaştırma (sosyalizasyon) olarak bilinen ülkenin en uzak mezralarına, köylerine, ilçelerine değin uzanan yepyeni ve dünya ülkelerine örnek olabilecek nitelikteki sağlık hizmeti örneğini görev yaptığı Fakültesine, güç de olsa, kabul ettirmişti… Avcılar, Halkalı, Mahmut Bey, Kemerburgaz ve Arnavutköy' de ekip çalışması ile hizmet veren, ilk Sağlık Ocaklarının, ebelerin görev yaptığı Sağlık Evlerinin ve Sağlık Merkezinin açılmasına öncülük etmişti… Yönetim görevini güç de olsa üstlenmişti… İki kızı vardı. Biri anaokuluna öbürü ilkokula gidiyordu. Eşi de meslek arkadaşı idi… Onların yaşamları için gerekli görevlerini aksatmadan / göz ardı etmeden / ikinci plana atmadan, gecesini gündüzüne katarak, durup dinlenmeden çalışıyor, çalışıyordu. Asistan olarak göreve başlayan genç meslektaşları / staj yapan öğrencileri ile halka sağlık hizmetinin yanı sıra, okullarda öğretmenlere- öğrencilere- ana babalara da değişik- güncel- çok önemli olan sağlık konularında eğitim veriyorlardı. Evlerde, mahallelerde muhtarlıkta, halk evlerinde ve de okullarda ücretsiz sağlık taramaları yapıyor, gizli kalmış hastalıkları gün ışığına çıkarıyorlardı.
 
*
     Günlerden Cuma idi… Fakültenin arabası ile erkenden yola çıkarak, önce Avcılar Sağlık Grup Başkanlığındaki yapması gereken işlerini bütünlemişti. Her gün İl sağlık müdürlüğünle imzalaması gereken kâğıtları, belgeleri imzalar, görmesi gereken hastaları görür, toplantılara katılır, başka sağlık ocaklarındaki görevlerini bütünlemek için geç saatlere dek çalışırdı, asistanları ile birlikte. Asistanları sağlık ocaklarının hekimi olarak da görevlendirilmişti, Sağlık Bakanlığınca… Hiç biri bu görevlerinden, onun gibi ek ücret almıyorlardı… Bir anlamda gönüllü ekip çalışmasıydı… "Allah'a çalışıyoruz /Abdullah'a çalışmıyoruz" sözleri ile anlatırdı, severek üstlendikleri bu güç görevlerini… Mahmutbey, Halkalı Sağlık ocaklarından sonra Kemerburgaz Sağlık Ocağına doğru yola çıktılar… Yollarının üstündeki askeri birliklerin o gün çok önemli bir çalışması nedeniyle yol trafiğe kapanmıştı… Geçmeleri olanaksızdı… Babasının asker olması, özel kartının bulunması da sorunu çözemedi. Ricaları geri çevrildi… Yollarını değiştirerek, o güne dek görmedikleri, güç yollardan ulaşmaya çalışacaklardı Kemerburgaz'a… Gitmeye zorunluydular. Dar ve tozlu bir yoldan geçerken, yolun kıyısında yerde yatan bir kadının çevresinde, umarsızca çırpınan, çığlıklar atan insanları görünce hemen arabayı durdurdu… Kaza olabilirdi, ya da hastalanarak düşmüş olabilirdi yerde yatan genç kadın… Yanına gitti ekibi ile… Nedenini sordu, aldığı yanıtla dondu kaldı… Yolun aşağı kısmında, bir tuğla fabrikasının kirli sularının birikintisine, arkadaşları ile oynayan çocuğu düşmüş, boğulmuştu… Ölen çocuğu kucaklamışlar, yukarıya çıkarmaya çalışıyorlardı. Anne bu görünüm karşısında bayılmıştı… Asistanlarla birlikte koşarak aşağı indi. Sapsarı -upuzun saçlı- yaklaşık beş yaşında bir kız çocuğu, bir adamın kucağında cansız yatıyordu… Çocuğu hemen yere yatırdı, çevreden karşı çıkan seslere aldırmadan, çocuğa ağız ağza nefes aldırarak, kalp masajı yapmağa başladı… Çevresinde birikenlerin;
     "Ölmüş çocuğa eziyet ediyorsun, Allah seni kahretsin… Kimsin sen? Cehenneme gideceksin, kadın başına ne yapıyorsun, elleme çocuğu, karışma çocuğa…" sözlerini kullanan saygısız insanlara aldırmadan asistanları ile birlikte çalışmalarını sürdürdü… Şoförün arabadan getirdiği dinleme aygıtı (stetoskop) ile çocuğun kalbini, akciğerlerini dinlerken, kalp atışını ve su dolu akciğerle solunum sesini duyması bir tansıktı (mucizeydi) sanki… Çocuğu baş aşağı çevirterek, akciğerlere dolan çamurlu suyu boşaltmak için, çocuğun ağzını açarak, sağ elini içeri soktu… Elini ısıran bembeyaz dişlerin canını yakmasına aldırmadan, neşeli bir kahkaha ile yaşama dönen çocuğu kucakladı, hekimce, sevgi ile… Çevresindekilerin şaşkın bakışları, görülmeye değerdi… Bu kez de birbirlerine şu soruları soruyorlardı; "kim bu kadın, nerden çıktı, nerden gördü bu çocuğu, hızır mı ne?"… Sorularına kuşkusuz yanıt alamadılar… Çocuğu bir kâğıt yazarak en yakın hastaneye gönderdi… Yollarını sürdürdüler. Çünkü en kısa zamanda, zaman yitirmeden / geç kalmadan, bu olayı hemen İl Sağlık Müdürlüğüne ve o ilçenin Yöneticilerine bildirerek, o tuğla yapan kaçak yeri ve o kirli su dolu alanı hemen kapattırması gerekiyordu, başkalarına, özellikle de çocuklara zarar vermemesi için… Görevini yerine getirmenin mutluluğunu ekibi ile bir bardak çay içerek kutladı, sağlık ocağının bahçesine diktirdiği Mustafa Kemal Atatürk'ün heykelinin yanıbaşında… Kemerburgaz; Selanik göçmenlerinin yaşadığı şirin bir ilçeydi. Telefonla ulaştı çocuğu gönderdiği hastanenin acilde görevli hekimine… Çocuğun çalışması bozulan akciğerleri düzelmiş, taburcu edilmişti. Ölümden kurtulmuştu bir başka söylemle…
     Hekimlik yemini etmişti Tıp fakült
esini bitirip diplomasını alırken… Bu nedenle; medyaya yansıtmamak için gereken önlemleri de almış, ekibinin bu konuyu dile getirmemelerini öğütlemişti. O bölge kendilerinin sağlık ocağı bölgesi olmadığı için çocuğun ailesinin nerde oturduğunu bilmiyorlardı. İlk fırsatta öğrenme kararını da aldılar o gün…
 
*
     Aradan yaklaşık bir ay geçmişti… O gün acele işleri yoktu. Fakültenin arabası ile o sapa yola girdiler, oradaki evlerden birine merak ettiği- unutamadığı o çocuğu soracaklardı… Arabayı, genç kadının bayıldığı yerde durdurdular… Yol kıyısında, tek katlı, ahşap evler vardı. O evlerin birinin önünde, elindeki ekmeğini yiyen sapsarı saçlı, güzel mi güzel, sevimli mi sevimli bir kız çocuğu duruyordu. Çocuğun yanına yaklaştı;
     "Güzel kız anneni bana çağırır mısın ?" diyerek onun başını okşadı gülümseyerek…
     Çocuk annesine seslendi. Genç bir kadın kapının önüne geldi ve;
     "Aman Allahım o sensin, çocuğumu ölümden kurtaran kurtarıcı sensin, seni görmüştüm o gün… İşte kurtardığın çocuk da bu… Benim kızım… Babası inanmadı, ölmüş çocuğu Allahtan başka kimse diriltemez dedi bana." sözleriyle koşup onu kucakladı, ellerine sarıldı öpmek için…
     "Gelin bir çayımızı için, sizin hakkınızı nasıl öderiz biz?" sözleri ile onu ve ekibini mutlu etti… Bu da yetti onlara…
 
*
     Kurtardığı çocuğun annesi onun hekim olduğunu, hem de çocuk hekimi olduğunu o anda öğrendi, çok şaşırdı…
     Askeri Birliklerin çalışmaları nedeniyle, 2 saatlik bir gecikme ile oradan geçmeselerdi, o güzel kız yaşamını yitirmiş olacaktı… Bu bir tansık (mucize) miydi?
     Her zaman ama her zaman, bu ve benzer olaylara bilimsel yaklaşarak yorum getirirdi. "Genetik Şifresi böyleymiş" derdi hekimce… Bu olayda da sessizce yineledi görüşünü… Ama kimselerle paylaşmadı bu görüşünü… O ayaküstü söyleşi sırasında yaşama dönen o güzel kız çocuğunun anne ve babasının Sinoplu olduklarını, Sinop'un Boyabat ilçesinden iş bulmak için İstanbul'a gelip o bölgeye yerleştiklerini öğrendiğinde;
     "Bu bir mucize mi / bu ölçüde raslantı olabilir mi?" diye düşünmekten de alıkoyamadı kendini… Hem şaşırdı, hem üzüldü hem de mutlu oldu… Çünkü babaannesi Sinop-Boyabat'a Orta Asyadan göç eden öz be öz bir Türk ailenin kızıydı… Subay olan babası Sinop'ta doğmuştu. Onu ilkokula yazdırmadan önce, henüz beş buçuk yaşındayken hem onun yaşını büyütmüş, hem de Özçelik olan soyadlarını "Sinoplu" olarak değiştirmişti… Evlenmeden önceki soyadı…
Ne o gün ne de ondan sonra; ne soru sordu ne de yanıtladı sorulmayan soruyu… Soramazdı ki… Yanıtlayamazdı ki… Yorumu okurlara bırakmaktı en doğru olan…

Alıntı: 156.sayı –  http://www.turkdilidergisi.org/

Sayfa düzeni: Tenise Yalçın evetbenim
tenise@evetbenim.com
Görseller: google
Kaynak: TÜRK DİLİ DERGİSİ 156. sayı, sayfa:54, 55
http://www.turkdilidergisi.org/
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir