GULYABANİ VE SAZ ARKADAŞLARI

GULYABANİ VE SAZ ARKADAŞLARI

Tansu BELE

“Gulyabani ve Saz Arkadaşları” sözcüklerini Televizyon kanalı Bloomberg HT’de her gece yayımlanan “Kelime Oyunu” yarışmasından ödünç aldım. Başarılı sunucu İhsan Varol’un, “Ecinniler” sözcüğünü tanımlamak için kullandığı bu anlatım, beni bambaşka anlamlarda çok güldürdü. Gerçi sunucudan bu esprili sözcüklerinin kullanımı için izin almış değilim. Ancak öylesine hoşuma gitti ki, ona danışmadan bu yazıma konu edinmekte sakınca görmedim. Umarım İhsan Varol yazıma gözü ilişirse- bana darılmayacaktır.
Gulyabani ve Saz Arkadaşları… Bunlar acep kim ola ki? Dünyada var mı? Dahası bunların tam karşılığı sayılan Ecinniler gerçekte var olmayan yaratıklar değil mi? Ama sözcük olarak varolmuşlar, zihinlerimizde ya da hayalgücümüzün sanal dünyasında binlerce yıldır yerleri var, dahası kimileri bunların gerçekten varolduklarını bile düşünmekteler, gördüklerini öne sürmekteler. Ecinniler yani cin denilen ve insanlara musallat olan yaratıklar, din kitaplarında da yer almakta. İnanan inanır, ne demeli? Dahası da var, Ecinniler çok ünlü bir Rus romanının da adı ve kahramanları. Dostoyevski’nin bu isimde bir romanı var. Bir de Türk romanı var: Gulyabani diye… Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın şamata romanı! Dostoyevski’nin Ecinniler’in den çok başka bir yapıt. Beni güldüren Gulyabani ve Saz arkadaşları ise, ikisinden de ayrı; yine de biraz Ecinniler’e yakın sayılır.
İşte bu ayrılığı sona bırakayım da ilkin Gulyabani sözcüğünü biraz deşmekle işe başlayayım. Gulyabani nedir ya da kimdir? Hımmm… Bu iş için galiba biraz sözlük karıştırmam gerek; çünkü insanlık tarihi denli eski bir sözcük bu. Elimdeki sözlüğe göre açıklaması şöyle: “Bazı kuruntulu kimselerin karanlıkta gözlerine göründüğünü söyledikleri korkunç hayalet”. Pamir Kırgızlarının mitolojik metin ve efsanelerinde bu şeytansı varlığın adına “Gul” ya da “Gul-i Biyaban” biçiminde de rastlanıyormuş. Araştırmacılar bu varlığı en eski Arap söylencelerine bağlıyorlarmış. “Issız yerin ruhu” gibi anlamlandırılan bu şeytansı varlık, “Kar Adamı Yeti” söylencelerinin yayılmasıyla yeni bir yaşam kazanmış… Vay vay vay: Demek Gulyabani’nin yaşamı, ta 20. yüzyıla dek uzanmış! Batılıların dünyasında yer almış!
Geçmiş yüzyılda Himalayalarda yaşadığı ve görüldüğü varsayılan dev boyuttaki, sakallı yabanıl insan Yeti, tarih kadar eski bir yaratık olan Gul-i beyabani’nin ta kendisi olsa gerek. Anayurdu da Asya. Bu gerçekdışı varlık, gezginlere ve yolculara uğrayıp onları yok edermiş. Daha sonraları Anadolu kültüründe ahubabayla birlikte anılmaya başlamış ve insan yediği düşünülen kocaman, uzun sakallı, asalı bir dev imgelenmiş. Kimi Türk halklarının geleneksel inançlarına göre her zaman kadın kılığında olduğuna da inanılırmış. Guleybani, Aleybani de denirmiş. Adı boş inanlarla sarmaş dolaş Gulyabani, korkunç bir varlık olup karanlık zamanlarda çölde ve mezarlıklarda koşan birinin gözüne canlı gibi görünürmüş. Bedeni sarı kırmızı tüylerle kaplı, kocaman, pis kokulu bu acayip varlığın ayakları tersineymiş. Gündüzleri mezara girermiş. Geceleriyse hortlayıp çıkarmış. At, binmeyi, at kuyruğu örmeyi ve çocukları çok severmiş. Bir oyundan çıkarak onları güldürmeye çalışırmış. Etnik ekinsel gelenekte ona kimi zaman Al Ruhu, Al Anası, Al Kadını da denirmiş. Çöllerde, dağ yamaçlarında akşamüstü ortaya çıkar, avcılara yaklaşıp insan gibi konuşur, bir şeyler ister, sonra onlara güreş yapmayı önerirmiş. Avcı kazanırsa Gulyabani sessizce çekip gidermiş. Ama eğer o kazanırsa avcı, uzun zaman hasta yatacak demekmiş. Gulyabani, çöllük, harabe bir yerde yalnız başına hasta yatan avcının ayağının altını yalaya yalaya kan çıkacak kadar inceltir, sonra ölünceye kadar kanını içermiş.
“Issız Yerin Ruhu” Gulyabani, kanımca insanın içindeki “korku” dürtüsünün binlerce yıllık açıklaması. İnsan düşüncesinde somutlaşan korkunun görüntüsü. Dahası insanın doğa güçleri karşısında duyduğu korkunun bir imi, göstergesi. Doğa insana (burada duralım ve insanoğluna diyelim) yaşamın yanı başında ölümü de getiren ve onu bu ikileme hapseden bir güçtür. İnsan, doğaya ölümsüzlük adına savaş açmış, kendisini öldüren ve yok eden bu gücü aşarak sonsuzluğa ermek uğruna var gücüyle uğraşmıştır, uğraşmaktadır. Çünkü doğa, tüm çekici, çelici, kandırıcı, baştan çıkarıcı, doğurgan, üretken, yaşamsal güzelliğine karşın ürkünç bir öldürücü, bir yok edicidir. Onun yaşam adına insana sunduğu, ölümdür. İşte insanın temel içgüdüsü kendini korumanın bir tepkesi, yansısı olan korku, bu yok oluş, yok ediliş karşısında doğar. Doğanın insana armağanı yaşam tatlı ve güzeldir; ama doğa yaşamı, ölüm karşılığında uzatır insana, onu ölüme çağırmak için… Bu da insanda doğaya karşı bir nefret duygusu yaratır. Nefret, kendini koruma içgüdüsünün bir sonucudur; nefretin tarihi sevginin tarihinden eskidir Freud’a göre… Ayrıca nefretin, cinsel (yaşamsal/libido) içgüdüyle de bağlantılı olmadığını söyler Freud. Doğa (ve dirim) karşısında insan; varoluş kaygısıyla büyük bir korku duymuş ve bunu, çeşitli yollarla, dahası yarattığı her şeyle aşmaya çalışmıştır. İşte bu noktada kadının bir ayrıcalığı var: Kadın, doğadan korkusunu “doğurarak” aşar. Çocukla birlikte varkılar kendini doğayla birlikte. Oysa erkek/insanoğlu varoluşunu doğanın karşısında yeni baştan yaratmak durumundadır. Kendi gücü olan aklı aracılığıyla…
Doğadan korkunun bir simgesi ya da doğanın korkunç yüzünün görüntüsel resmi olan Gulyabani, bir çeşit (zıt, ters, kötü) Tanrı gibidir; can alır, yok eder ve o, her ne kadar bedene bürünüp insanlara gözüktüğü varsayılsa da gerçekte hayal gücünden doğmuş, var olmayan batıl bir inançtır. Gulyabani, yok edici karşısında duyulan korkunun yarattığı bir nen, bir göstergedir; tıpkı her neni ve yaşamı var kıldığı düşünülen, kabul edilen iyi Tanrı gibi… İnsan doğaya hem tapar hem korkar ondan: Doğa; Tanrı’nın varlığı ve yokluğu, varoluşu ve yok oluşudur. İnsanın da… Gulyabani, şeytandan da ötedir: Şeytan vardır, ama Gulyabani yoktur, yokluktur.
İnsanoğlu; on binlerce yıl ötesinden imgeleminde yarattığı ve doğada somutlaştırdığı (a
ğaç, hayvan, taş, put vs. biçiminde) Tanrı ve şeytan/ varlık ve yokluk ikilemini, giderek iyice düşünce boyutuna (kendi iç dünyasına) indirgedi ve bu ikilemin, onu çevreleyen doğayla birlikte kendi içinde de yer aldığını işte o zaman gördü. “Enel hak/Tanrı benim” dediğinde de doğayı aşmayı, kendisini doğaya karşı “üstün-insan” saydırmak için savaşarak gücünü kanıtlamayı denemeye girişti. Sonuçta kendisi de doğanın bir parçasıydı ve tıpkı doğa gibi öldürücü, can alıcı gücü vardı. Bununla birlikte insanoğlu, “üstünlük” uğruna doğaya karşı açtığı savaşı kendi hemcinslerine de açmaktan geri kalmadı. Kötülüğü tepelemek adına ya da bu bahaneyle savaştı ve kötü bildiklerini ( gerçekte kendisine uymayanları) durmadan dinlenmeden öldürdü insanoğlu… Doğayı alt etmek, onun kötücül gücüyle başa çıkmak isteğini ve savaşımını, kötü saydığı hemcinslerine de uyguladı. Sonuçta; kıyım kıyım kıyım… İnsanoğlu durmadan savaştı: Doğaya karşı önce dinleri sonra bilimleri yaratarak, teknolojiyi üreterek, adaleti, hukuku, siyasayı, devleti, toplumsal düzenleri, ideolojileri geliştirerek kendini (ve içindeki, dışındaki iyiliği) koruduğunu sandı. Dahası bu yaratılarıyla “kötülükleri” yeryüzünden kaldırıp yerine “iyilikleri” koyacağını düşündü, buna inandı. Sonuçta kıyım kıyım kıyım… Ardından dünyanın bugün geldiği nokta: Kötülük ne yeryüzünden ne de insan beyninden kalktı. Ayrıca insanoğlunun iyilik diyerek yarattığı ne varsa, kötülüklerin kurbanı oldu. İyi olan yani doğanın tatlı, güzel yüzü yaşam, kötü olan yani doğanın yok edici, korkunç yüzü ölüme boyun eğmeyi sürdürdü. Sürdürüyor: İnsanoğlu dinleri ve Tanrı’yı yarattı; sonsuzluğu, sonsuz iyiyi ve sevgiyi bulmak, ona erişmek için. Bilimleri yarattı; doğayı ve evreni bilip gizlerini çözmek için. Teknolojiyi yarattı; doğanın yıkımsallığını dizginleyebilmek, onun öldürücü gücünün dışına, üzerine çıkabilmek için. Adaleti, hukuku, yasaları yarattı; insandaki kötülükleri, kötücül yanları araştırmak ve cezalandırmak için. Siyasayı, devleti, toplumsal düzenleri yarattı; toplumların iyilikle, dolayısıyla düzen içinde ve mutlu yaşamalarını sağlamak için. İdeolojileri (siyasal inanları ve akımları) yarattı; insanın özgür yaşamasını, köle olmamasını sağlamak için. Ama yine gelinen nokta: Kıyım kıyım kıyım…Çünkü bunların tümü de insanın içindeki kötülükleri yok etmesini, doğanın da yok edici gücünü alt etmesini sağlayamadı. Dinler; insanoğlunun kamplaşarak, hizipleşerek birbirini kıymasına neden oldular. İnsanın elinde Tanrı’nın kendisi de bin bir çeşide bölünerek insanları düşman saflarına ayırdı. Bilimler; evrenin ve doğanın gizlerini çözdükçe gerçeklikleri içinden çıkılmaz biçimlere dönüştürüp insanı doğaya da kendine de yabancılaştırdılar. Teknoloji; sağladığı güvenli yaşamsal ortamlara, yaşam alanlarına karşın insanı doğadan kopardı, doğanın tüketimine, yok sayılmasına ve yok edilmesine ve buna sessiz kalınmasına yol açtı. Doğadan, doğal yaşamdan kopuk adalet, hukuk ve yasalar; siyasanın, devletlerin, ideolojilerin elinde oyuncak olup insanın da doğanın da talanına gözlerini yumdular. Böylece; insan ne yarattıysa onu, içindeki korkunun (yok oluş korkusunun) ellerine bıraktı. O korkunun ve düşmanın adı da Gulyabani’ydi. Var olmanın karşısına dikilen Gulyabani: İnsanın içindeki varlık dürtüsünü her an yutmaya hazır yokluk dürtüsü. Başka bir deyişle iyilik-kötülük ikilemi…
Benim Gulyabani’min kendisiyse başka: O; dünyayı yöneten bugünkü siyasal/toplumsal düzenin adı. Gulyabani, benim için kapitalist/emperyalist düzenin ta kendisi. Onun çağdaş adı da küreselleşme. O; insanoğlunun yeryüzünde egemenliğini sürdürmesini sağlayan siyasal gücünün, düzeninin simgesi: Gulyabani’nin görünen yüzü. “Issız yerin kurtarıcı ruhu”! Bu düzenin savı ise, dünyayı yok olmaya karşı varılmak için ona uygarlık, varsıllık, barış, demokrasi ve özgürlük getirmek için savaşmak. Yani insanoğlunun kendi adına, akıl yoluyla yarattığı bütün güçleri seferber ederek dünyayı/ toplumları/ doğayı uygarlaştırmak adına savaşmak. Gerçek yüzüyse bu yolla onları tepelemek ve yutmak! Tıpkı ıssız doğada yolunu şaşırmış ve doğanın öldürücü gücünden, açlıktan, kötülükten çekinen insanları “kurtarmak” amacıyla karşılarına çıkan, gerçekte canlarını almaya gelen Gulyabani gibi… Gulyabani ya da küreselleşme; bu savını kanıtlamak ya da bu amacı doğrultusunda, bugüne dek insanoğlunun yarattığı her olanağı kullanmaktan da kaçınmıyor. Örneğin bilim ve teknoloji mi? Sonuna dek artık bu Gulyabani’nin buyruğunda: Doğanın gizlerini ve gizil gücünü çözmek yani karnını deşmek (Âşık Veysel’in dediği gibi önce “kazma ilen belinen yardığı toprağın” altını üstüne getirmek) için yarattığı bilimsel buluşları ve teknolojik aygıtları sanayileşme, kentleşme, açlığı ortadan kaldırma, bolluk, bereket savıyla insanlara getirdiğini söylüyor ama bütün bunları artık canlı cansız her şeyi robotlaştırmak amacıyla kullanıyor. Dünyayı doğasıyla insanıyla robotlaştıracak ki buyruğuna alabilsin, yönetebilsin ve çıkarına kullansın. Egemeni olsun ve kanını emsin! Bunun için teknoloji ve bilim; şimdi artık satılık “çılgın proce”leriyle ve nükleer gibi ölümcül silâhlarıyla Gulyabani küreselleşmenin elinde oyuncak! Sonuçta savaş savaş savaş! Kıyım kıyım kıyım… Küreselleşmeyi dünyaya bir silâh gibi dayatan uygar insanoğlu; ilkellerin bir zamanlar doğanın yaşamsal gücüne tapınmak isteğiyle yarattıkları dinleri, şimdi insan topluluklarını “uyutmak” aracı olarak kullanıyor. Böylece kontrol altına alınarak yönetilen toplumlar, yöneten egemenin (uygarın) buyruğunda uyusunlar ki daha iyi robotlaşsınlar! Sonuçta kıyım kıyım kıyım… Uygar insanoğlunun aklıyla ve iyiliği kötülüğe karşı var kılmak için yarattığı adalet, hukuk, yasaları demokrasi (siyasa) kavramını kullanarak toplumları “yönlendirmek” için aracı kılıyor! Amaç, onları sanayileşme/uygarlaşma masalıyla “uyutarak” kullanmak. Ne için kullanmak? Doğayı ( toplumların/halkların doğasını toprağını) daha çok sömürmek için kullanmak. Uygar insanoğlu, doğanın hışmına karşı rahat, huzurlu, varsıl, sonsuza dek yaşamak amacıyla kurduğu uygarl
ığını bugün, yoksulları sömürmek amacıyla kullanıyor. Sonuçta savaş savaş savaş. Kıyım kıyım kıyım. Siyasayı, devletleri, toplumsal düzenleri insan amaçlı kuran insanoğlu, tüm bunları doğa ve “başka” insanları sömürmek için kullanıyor. Siyasa artık, insanoğlunun insan kardeşleri üzerinde kurduğu bir baskı aracından başka bir şey değil. İnsanoğlu tüm yarattıklarını, siyasanın buyruğunda yeryüzünü sömürmek için kullanıyor. Sonuçta gelinen nokta: Yine savaş savaş savaş. Yine kıyım kıyım kıyım. Sanayileşmeyi, ticareti, teknolojiyi, devletleri ve ideolojileri yönlendirme gücü altına alan siyasanın insanları “sınıfsal ikiliğe bölen” egemenliğine karşı çıkardığı ideolojilerin, uygarlığın (çağdaş teknoloji: bilgisayar ve iletişim, satın alınan bilimsellik: “çılgın proceler” ve dünyadaki tüm kentleşmeler uğruna kirletilen, yok edilen toprak ve bitki örtüsü) elinde oyuncak oluşu, insanları ve doğayı yok olma eşiğine getiriyor. İdeolojilerin (liberalizm, sosyalizm, komünizm vs.) “akıl tutulması” yoluyla (örneğin başkaldırı adı altında terörizm) saptırılarak halkları “uyutmak” doğrultusunda siyasanın eliyle kullanımı, terörü/ kıyımı yaratarak uygar insanoğlunun egemenleşmesi yolunda kötülüklere kötülükler katıyor. Sonuçta savaş savaş savaş. Kıyım kıyım kıyım.
Halklar bugün; açlıktan, işsizlikten ve yok olmaktan kurtulmak için uygarlığın uzattığı zeytin dallarına (-izm’lere), “denize düşen yılana sarılır” örneği, tutunmaya çabalıyorlar. Ancak onlara uzatılan bu zeytin dalları, yine onları köle kılmak tuzağından başka bir şey değil. Çünkü teknoloji aygıtları ( yani Büyük Birader: Gulyabani’nin gözleri) onlarla ve izm’leriyle oyuncak gibi oynuyor. Gulyabani; liberalizm diyor, devlet faşizmini getiriyor, demokrasi diyor, ayaklanma, terör ve ölüm başlatıyor, özgürlük diyor, yönetimleri değiştiriyor, din diyor, halkları etnik kavgalarla birbirine kırdırıyor, işsizlik ve devrim/ sosyalizm diyor, sömürü şirketlerini sözde işçi haklarıyla ve kalkınma masallarıyla birlikte halkların burunlarına dayatıyor, açlık, hastalık/ hümanizm diyor, sözüm ona yardım sağlık paketleriyle gözlerini boyuyor. Sonuçta halkları tüm izm’leriyle kandırarak güdüyor. Ve yine sonuçta; kıyım kıyım kıyım… Onları ve topraklarını yok edene dek… Gulyabani’nin izm’ci Saz Arkadaşları, dünyanın her yanında hâzır ve nâzır! Emperyalizmin kendi yaratısı seçme saz takımı ekibi çeşitli ülke yöneticileri; ellerinde izm çalgılarıyla hep birlikte Saz’a devam…
Düşünüyorum: Acaba yüzyıldan öte Dostoyevski’nin “Ecinniler”i, insanoğlunun bugün geldiği bu noktayı mı anlatıyordu? 19.yüzyılın ikinci yarısında liberalizmin karşısına çıkan nihilizm, ateizm ve sosyalizm gibi ideolojilerle birlikte uygarlığın (Batının çağdaşlaşmasının) Rus halkı üzerindeki etkilerini tartıştığı romanında yazar, sonuçta emperyalizme dönüşen bütün izm’lerin geleceğini mi görmüştü? Gulyabani ve Saz Arkadaşları, şimdilerin bilimiyle, teknolojisiyle, ekonomisiyle, siyasasıyla ve ideolojileriyle uygarlığın emperyalist gücünü besleyen yıkıcılık, sömürücülük, talan ve yalan dolan takımı değil de nedir? Mehmet Âkif Ersoy’un da I. Dünyayı Paylaşım Savaşı’nda söylediği “Tek Dişi Kalmış Canavar” nitelemesi, emperyalizmin Gulyabani çehresi değil de nedir? Ersoy, onun o yıllarda tek dişi kaldığını söylüyordu, tıpkı yine aynı dönemde komünizmin birleştirici gücüne inananlar gibi. Ama Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’si bence çok daha gerçekçi: Yazarın kitabında gülünçlü bir dille çizgilediği korku canavarı, insan ruhundan gücü hiç silinmeyecek bir hayaletin sonsuz varlığını ortaya koymuyor mu? İnsanoğlu; korku belâsına (ölüm, yokluk vs) bu kafasındaki Gulyabani’ye hep inanıp kanmaya ve teslim olmaya her zaman hazır. Çağdaş adı artık emperyalizm olan Gulyabani, işte bu yüzden her zaman kazanmakta: Sevgili dünya yoldaşları hiç alınmasınlar, ama aç-açık kalıp ölüme teslim olmak korkusu her zaman insanlar için baskın çıkıyor. İnsanın gelişme dediği ne zaten? Eninde sonunda, karnının doyup sırtüstü yatması ve yeni hayaller kurarak sonsuza dek yaşaması! Gulyabani’nin karşısına koyduğu o sonsuzluk düşü işte bu, insanın; sonuçta gele gele çağdaşlık adına sosyalizmde düğümlenen, kördüğüm olan bu düş umarım bir gün gerçekleşsin, korkularına son versin ve insanoğlunun kişiliğini değiştirsin:“Sosyalizm bir ülkede, maddi kaygılar ortadan kalktığında, insanların nihayet psikolojiyle nasıl ilgileneceğine ve en yüksek gelişim noktalarına ulaşmalarını sağlayacak, henüz harekete geçmemiş güçleri uyandıracak yasaların nasıl oluşacağına, bizler için bugün anlaşılmaz olan her şeye dikkat çekil(ecek).” (Aleksandra Kollontay; Birçok Hayat Yaşadım, say.200) Ne güzel düşlerin ülkesiymiş dünya Kollontay’la Lenin’in Sovyet Devrimi’nde ve Atatürk’ün Kemalizm döneminde…
Ne demeli? İnsanoğlu uygarlaşma ve Gulyabani’likten kurtulma yolunda birkaç kez bu düşü gördü: Aydınlanma Devrimi, Fransız Devrimi, Rus Devrimi ve… Benim, kim ne derse desin devrim dediğim Kemalist Hareket. Umarım dünya emperyalizmin elinde yok olmadan bu düş gerçekleşecek ve “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” insanoğlunu kurtaracak… Onu “adam” edecek! Yepyeni bir düşe evrilerek… Yoksa…. İçindeki o Gulyabani insanoğlunu yiyecek! Moby Dick’in, kaptan Ahap’i yuttuğu gibi! Moby Dick de Ahap’in Gulyabani’siydi!
Yoksa şu “Yokluk-Kötülük” denilen: O bir yabanıl, bir ilkçağ ilkeli, bir yabancı, bir “öteki” olarak kalmayı sürdürecek mi? İnsanın ona karşı uygarlık adı altında kendi özbenliğiyle yarattığı, geliştirdiği ne varsa yerine koyamadığı varoluş dürtüsünün yarattığı korku… İnsanoğlunun doğa karşısındaki yabancılaşmasının somut görüntüsü ve kendi içinde de gördüğü Gulyabani sürekli yaşayacak mı? İnsanoğlunun bu ilkelden, bu ürkünç yabancıdan kurtulması olanağı var mı? Bilemiyorum; hele insanoğlu şimdilerde, kendi yarattığı uygar-lığını yine kendi elleriyle yok etmeye hazırlanırken! Uygarlığını korumak adına ürettiği ölümcül, nükleer silâhlarıyla canlı cansız tüm doğayı ürkütürken… Kimi zaman insanın doğaya duyduğu nefretin bir uzantısı gibi gelir bana yok edici silâhları yaratması! Kendisini de yok edeceğini düşünmeden doğ
anın (ve hemcinsinin) üzerine yürüyen insanoğluna bunu yaptıran, Gulyabani karşısında duyduğu korkaklıktan doğan başkaldırı/ kahramanlık/ kendini Gulyabani’ye karşı üstün sayma itkisi, belki yalnızca var olma tutkusu ve korkusu değil de nedir? Gulyabani’ye karşı çıkayım derken Gulyabani’leşen ya da Gulyabani’likten kurtula-mayan insanoğlu, bu ilkel canavarı ne zaman yok edecek? Gerçekten içsel yapısını gözden geçirdiğinde ve içinde; bir “kahraman” değil de bir “korkak” gördüğünde mi? Bunun için gereken emperyalizmin yıkılmasıysa, tüm çıkarları, tüm savaşları ve tüm sınırları yok edecek, “öteki”leştirmeyi kaldıracak tüm savaşımlara haydi! Önce içimizdeki (benliğimizdeki) Gulyabani’yi ve yardımcıları Saz Arkadaşları’nı tepelemekten, sonra da aramızdaki ve başımızdaki ortaklarını defetmekten başlayarak! Onlar yeryüzünden silinene dek, haydi! Benim gibi kuruntulu, pimpirik kimselerin, dünyanın üstüne çökmüş, insanoğlunun yarattığı en ölümcül hayalet saydıkları emperyalizme karşı, haydi! Şimdi korkmak değil gerçekten kahramanlık zamanı: Ölüme yenilmek istemeyen insanoğlu! Bil ki asıl şimdi direnmenin zamanı. Var mısın yeniden? Unutma: İnsanla güreş tuttuğunda yenilirse kaçıp gidiyor Gulyabani…

TANSU BELE / MAYIS 2011

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir