Mission İmpossible Mi?

Mission İmpossible Mi?

Bu ad altındaki Amerikan filmini ve de müziğini çoğumuz severek izlemiş ve dinlemişizdir.. Biliyorsunuz misyon, özel bir görevi, özel bir yükümlülük demektir. Bu görevi üstlenene de misyoner denilmektedir. İmpossible de, imkansız anlamına gelmektedir. Adından da belli olduğu gibi, bu özel görevi üstlenen veya üstlenenler imkansız gibi görüneni imkanlı hale getirerek, kendisine veya kendilerine verilen özel görevi yerine getirmektedirler. Yukarıdaki İngilizce başlığını Türkçe, “Görevimiz Tehlike” olarak tercüme edebiliriz. Bilindiği gibi bundan 93 yıl önce, şimdiki Avrupalı dostlarımız(!) Osmanlı Devleti`ni, savaşı kaybetti bahanesiyle yok etmeye kalktılar ve ülkemize daldılar!..Tehlike zirvedeydi. Ülkenin hemen hemen tümünün gitmesi söz konusuydu. Durumun vahametini sezen Mustafa Kemal, aynen bu filmde olduğu gibi “mission impossible” demedi Ama,“to do the impossible- İmkansızı imkanlı hale getirmek” diyerek kolları sıvadı. Halledilmesi zaman alan(4 yıl) bu görevi başardı ve ülkeyi düşmanların elinden aldı. Eğer istenilirse “impossible”, “possible” olabiliyormuş…

Dönelim 1989`a. Mustafa Kemal, aramızdan 1938`de ayrıldı. Yalnız bedeni değil aynı zamanda da bize emanet ettiği ilkeleri de birer birer bizleri terk etmeye başladı… Yani, 1. Ne yazık ki, bize bırakılan misyonu tam olarak üstlenemedik. Belki de üstlenmek istemedik! 2. Durumun ciddiyetini fark edenler ki, adlarını biliyorsunuz, Mustafa Kemal`in elden gitmekte olan devrim ve ülkelerini kurtarmak ve yeniden hayata geçirmek için bir misyon üstlendiler 3. Üstelenilen bu misyonun adı, hepimizin bildiği gibi “Atatürkçü Düşünce Derneği” dir Bu değerli insanlar, “impossible” gibi görüneni “possible” yapmak için uğraşı vermeye başladılar… Üstlendikleri bu misyon meyvesini vermeye başladı. Ülkenin hemen her yerinde şubeler açıldı. Bu misyon o kadar sevildi ki, bu sevgi Avrupa`ya kadar da yayılmaya başladı. Peki, yayıldı da ne oldu? Üzülerek itiraf etmek gerekir ki, üstlenilen misyon başarı ile yürütülemedi! Biliyorsunuz L.A. Seneca`nın bir sözü vardır: “Önemli olan kantite değil, kalitedir.” ADD, sayı olarak çoğunlukta, ama gelin görün ki, topluma gereken bilgileri yayamamaktadır. Bunun neden böyle olduğunu da gene Seneca`nın şu sözü çok iyi göstermektedir: “Bilen birine öğüt vermek gereksizdir bilmeyen birine ise yetersizdir.” Gene üzülerek itiraf etmek gerekir ki, ADD yöneticileri, bildiklerini bilenlere iletmektedirler. Bilmeyenlere de başkaları, kolaylıkla ulaşabilmektedirler. Daha da açık konuşalım: Karşıdevrimin karşısında olanların adlandırdıkları karşıdevrimciler, gene üzülerek itiraf etmek gerekirse, üstlendikleri misyonu başarı ile sürdürmektedirler. Ya onlar? Bütün bu yapılanları, yani bize emanet edilen o kutsal misyonu yürütemedikten sonra, ne hakla gerek 1919`da gerek 1989`daki değerli insanları anıp duruyoruz? Hakkımız var mı? Üstlenilen misyonu yerine getiremeyince, onların ruhlarını rahatsız etmiş olmuyor muyuz? “Işıklar içinde yatın, rahat olun!” deme hakkına sahip olabiliyor muyuz? Her şeyden daha da önemlisi, Anıtkabir`e gidip, O`nun huzuruna çıkma hakkına sahip miyiz? O`nu rahatsız etmeye hakkımız var mı? Yıllar sonra possible`yi impossible`ye çevirme hakkını nereden alıyoruz?

Dr. Yüksel Cavlak

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir