SİLİVRİ’DE GÜN DOĞARKEN
Gece gündüze evrilirken gözlerim yavaşça açılıyor. Aklımın sisli bulutları içinde beliren çelik tokmaklar gibi sözcükler vuruyor, vuruyor: “Saat kaç, saat kaç, saat..” Sonra O, karanlıkları yırtıp odamın içini ışık ışık aydınlatırken soruyor: “Saat kaç?” Paşalar yanıtlı-yorlar: “Saat üç Paşam!”, “Siz burada kalınız!”, “Paşam ateş hattına giriyorsunuz!!!”
Birden uyandım. Dün Silivri’deki son duruşmada tanık olarak konuşan Hilmi Özkök’ün görüntüsü düştü aklıma. Onunla birlikte beynimin kıvrımlarından çıkıp gelen ve binyıllara sığmayan kimi sözcükler: “Türk ulusunun kanı, canı ve onca uğraşımı sonucunda elde edilmiş Türk ülkesinde düşmanla anlaşmış kişiler vardı. Ve onlar ülkeyi batırıyorlardı. Buyruklar, tiğinler, Beğler Çin hükümdarına boyun eğdiler. Türk ulusu Çin ulusuna kul oldu.” (İlk Türk Devleti ve Yazılı Türk Anıtları; Kül Tiğin İçin Anıt, M.S. 732)
Ben ırkçı biri değilim, ülkücü falan hiç değilim. Ancak “ta Orta Asya’dan Anadolu’ya binlerce yıl önce kalkıp gelen” genlerimin itici gücü hâlâ beynimin bir yerlerinde var olmalı. İşte o an içimde ansızın bir duygu seli kabardı, ayaklanıp geldi, hızla çarptı yüreğimin duvarlarına; taş üstünde taş bırakmadı. Sonra Tarih; eline görünmez kalemini alıp 3 Ağustos 2012 Cuma gününe not düştü: “Onlar burada, benim soyut varlığımı somuta dönüştürüyorlar. Beni belgeliyorlar. Benim adım şimdi ve burada, 21. yüzyılın çağdaşlık, “çağdaş insan” sesini tüm dünyaya duyuran Onların varlığıyla yazılmakta!” Ama bu “Onlar”, artık hükümdara boyun eğen Beylerden, Buyruklardan, Tiğinlerden değildi ve çok başkaydılar; tıpkı Orta Asya’da bugün de var olan Türk ellerinden başka oldukları gibi… Onlar Anadolu’nun Türkleriydiler ve Cumhuriyet’imizi alınlarımıza kazıyan Tarih, “Onlar”a adını yepyeni, bugüne dek görülmedik, tüm dünyaya ibret olacak biçimde yeniden, Türk toplumu ve halkların Anadolu birliği adına yazdırıyordu.
Onlar; ülkemin 2000’li yıllarını kucaklayan “hal-i pür melaline” tanık olmuş eski Genel-kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün çevresindeki tutuklulardı: Onlar; yani Türk ordusunun içine sokulduğu bataklığın debisini kalemleriyle dosdoğru ölçüp tarihin eline somut belgeler/ çağ-daş Orhun Anıtları olarak bırakanlar ve tarihi mertçe, yiğitçe 21. yüzyıla yeniden yazanlardı. Onlar; insanlığa ve çağdaş insana özgü gerçek toplumsal vicdanın sesini, sanal-küresel-yutturma- göz boyayıcı- yalancı- gerçekdışı adalet senaryolarının önüne çıkarmasını bilerek kalemleriyle anıtlaştıranlardı. Onlar; canlarını ülkeleri için kurban veren Deniz Gezmiş’lerin, Uğur Mumcu’ların, A. Taner Kışlalı’ların, Abdi İpekçi’lerin, Bahriye Üçok’ların, İlhan Selçuk’ların, Türkân Saylan’ların, Turan Dursun’ların, Asım Bezirci’lerin kandaşları (Evet! Kandaşları!) ve yoldaşlarıydılar! Onlar; Yalçın Küçük, Doğu Perinçek, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Perinçek ve asker tutuklulardı! Ordumuz ve aydınlarımız… Onlar; canları pahasına içine düşürüldüğümüz bataklık karanlığının, o ağır gecenin nedenlerini, nasıllarını, koşullarını sorguladıkları için sorgulananlardı!
Gün aydınlığa kavuşuyordu: Onları, İlker Paşa’nın çevresinde sessizce otururken gördüm. Sessizce orada, yargıçların karşısında tarihimizi yeniden yazarken… 21. yüzyıl çağdaşlığını, insana yakışır biçimde belgeleyerek, “tek dişi kalmış canavar” emperyalizmin, adaletsiz boynuna asarken… Onları gördüm: Ben de tanığım, küreselleşme rezilliğinin insanı insanlığından çıkaran adaletsizliğini, yıkıp geçen varlıklarıyla orada dimdik ve ayaktaydılar. Sokrates’in, Descartes’in, Hegel’in, Rousseau’nun, Voltaire’in, Bebel’in, Marks’ın ve Atatürk’ün tezgahlarından geçerek, “devlet memuru-yargıçların” karşısında korkusuzca duruyorlardı. Orada, felsefeyle, tarihle, belgelerle ve gerçeklerle direnen çağdaş ve Türk/ ulusal Anadolu filozoflarımı gördüm; yüreğim coşkuyla kabardı, aklım aydınlandı. Çünkü onlar sessizce ama tüm varlıklarıyla yüzlerini Türk ulusuna dönmüş, diyorlardı ki: “Yukarda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında ‘insanoğlu’ yaratıldı/ (…)/ Ülkeye ve ulusa yararsız ama zararlı buyrukları yüzünden birlik bölündü, dirlik kalmadı. Dost ve düşman uluslar egemenliğimize göz dikip, başkaldırdılar./(…) Kağanlığa göz dikenler, kağanları öldürdüler. Ülkenin düzeni, ulus’un esenliği kalmadı./(…)/ Türk Beyleri, kendi Türk adlarını atıp, Çin Beylerinin adlarını aldılar. Öz benliklerini yitirdiler. Özgürlük ve egemenlikten yoksun ve tutsak olarak 50 yıl süren bir felaketli yaşamdı o!(…) Türk’ün egemenliği, yurdu ve töresi unutuldu.” (agy)
Orada; yapıtlarıyla ve varlıklarıyla ulusumun tarihini yeniden yazarak adaletin gerçek yörüngesine oturtanları gördüm: Sapasağlam, dimdik, onurlu, ayaktaydılar. Ne mutlu bana, ey halkım, Türk’ün ulusal-sol felsefesini, Anadolu dirimini belgeleyen Doğu Perinçek’i, Mustafa Balbay’ı, Tuncay Özkan’ı ve Mehmet Perinçek’i yüz yüze, karşımda gördüm. Vardılar ve bana, bizlere, hepimize binyıllık geçmişimizin damarlarından sesleniyorlardı: Sağolun varolun benim yepyeni Kültiğin’lerim, Sokrates’lerim, Kılıç Aslanlarım, Talat Paşalarım, Galiyev’lerim, Yusuf Akçura’larım, Mahmut Esat Bozkurt’larım, Yakup Kadri’lerim ve Atatürk’lerim ve de çağdaş genç Türklerim. Türkiye’m aydınlanıyor: Gün artık yepyeni, bambaşka ışıklarıyla yeniden doğmakta… “Dağ başını efkâr almış”, olsun! “Yeni” 30 Ağustos Zafer Bayramı’mız askerimize ve milletimize kutlu olsun!
TANSU BELE/ 4 AĞUSTOS 2012