KARADENİZ’DE TATİL GÜNLERİNDEN NOTLAR I
KOCAALİ’YE MEKTUBUMDUR
Allı morlu pembeli ortancaların duvar diplerini süslediği güzel, bakımlı bahçede şezlonga uzanmış, gökyüzüne bakıyorum. Camgöbeği rengiyle gözlerimi kamaştıran gökte beyaz bulut öbekleri süzülüyor. İnce, dantelli, pamuksu… Elimi uzatsam dokunabileceğim kadar alçaktan, başımın üstünde gururla, gösterişle dalgalana dalgalana… Ama dokunsam sanki dağılıverecekler gibi… Bulutlara bakarken düşüncelere dalıveriyorum; onlar, ayağımı üzerine bastığım şu toprağın insanlarına ne kadar da benziyorlar. Çok ama çok yakınımdalar, gözlerimin ta içindeler, çekiyorlar kendilerine, çağırıyorlar beni, aralarına almak için, ah, o güzel cennette ben de bir bulut olsam mı? Şu gökyüzünde bir yer de ben açıp kendime, aralarına karışsam mı? Dokunsam mı eldeğmemiş cennetlerine, kendim için dağıtıp onları sağa sola, bana göre yeniden kursam mı? Ama hayır, dokunmayacağım bulutlara. Ellemeyeceğim, dağıtmayacağım. Bozmayacağım cennetlerini. Onları, kendi doğal ortamlarından etmeyeceğim. Yerlerinden koparmayacağım, kendimi “buralı” bir buluta dönüştürmek sevdasıyla. Dahası aralarına girip bilgi, akıl satmayacağım onlara, güzelim yurtlarını daha da “güzel ve yaşanılır” kılacağım masallarıyla onları kandırmaya girişip, gerçekte kendime yurt kurmaya girişmeyeceğim. Onların cennetlerinden bir parça koparıp kendime yer edinmeye kalkışmayacağım. Cennetlerini çalmayacağım, satın almayacağım, parsellemeyeceğim! Çünkü bu gökyüzü, bu mavi cennet onların! Ben kimim ki? Onların arasında küçücük, ak bir bulut bile olamam. Ne yapsam, ne etsem bu cennetin yarattığı şu bulutlardan biri olamam. Varsın kendi bildiklerince yaşasınlar. Dünyalarını kendilerine göre, kendi istedikleri gibi kursunlar, büyütsünler, çoğaltsınlar ve doğal ortamları gökyüzünü, kendi gururlu başları, sevimli, üretken varlıklarıyla özgürce yaşasınlar! Bu gökyüzü, bu cennet, onların kendi öz toprakları!
Dalıp gitmiş olmalıyım uzandığım şezlongda. Kadim dostum, yıllanmış şarap gibi dostlu-ğumuzun öbür parçası, değerli şair arkadaşım Emine Erbaş derinlerden bir yerlerden bana sesleniyor:
“Tansu! Tansu! Sevdin mi Kocaali’yi?”
Birden yanıtlamıyorum onu. Ama Emine dostumun sesi tatlı bir şarkı gibi kulaklarımın içinde yankılanmakta:
“Kocaali’yi sevdin mi? Kocaali’yi sevdin mi?”
Bilmem, acaba sevdim mi, seviyor muyum? Bir yeri, bir yöreyi sevmek için önce tanımak gerekmez mi? Bense öyle az tanıyorum ki Kocaali’yi. Emine arkadaşımın güzel yazlık evinin bahçesinde yan gelmiş yatarak ve gökyüzüne bakarak ne kadar tanıyabilirim ve sevebilirim Kocaali’yi? Düşler kurarak onu tanılayabilir miyim? Bir kenti ya da bir köyü sevebilmek için ilkin orada yaşamak gerekir. Yani o yerin insanlarıyla bir araya gelerek, bir şeyler yapmak, onlarla haşırneşir olmak, çekişmek, sevişmek, kısacası birlikte yaşamak, yaşamı çoğaltmak… İlişkilerimizi, alışverişlerimizi, devinimlerimizi, sevgilerimizi üretmek! Burayı sevdiğimi söyleyebilmem için ilkin birlikte olmalıyım insanlarıyla, aralarına karışmalıyım, seslerini duymalıyım, ne yerler, ne içerler, en önemlisi nasıl yaşarlar, yakından bilmeliyim… Ansızın içimden karşı konulmaz bir istek kabarıyor. Tıpkı Kocaali’nin göğünde süzülen şu bulutların arasına karışmayı arzulamam gibi bir dilek, bir çağrı: Kocaali’nin insanlarını görmek, onlarla tanışmak için dayanılmaz bir duygu seli kaplıyor içimi. Onlar bu cennetin ak bulutları, peki ama nerdeler?
Bulutların arasına karışmak: İyi de, ben İstanbul’un kurşun gibi ağır göğüne, kapkara bir ok gibi kentimin göğsüne saplanmış trafiğine, toprağını delik deşik parsellemiş beton ormanlarına, ağaç yerine ekili trafik lâmbalarının dibinde çöreklenmiş, karşıdan karşıya birbirini düşmanca süzen insan yığınlarına alışkınım. Buradaysa, şu içine konulduğum kafes örneği güzel bahçenin dışındaki kocaman dünyayı tanımıyorum ki. Tıpkı şu masmavi gökyüzünde özgürce gezinen bulutlar gibi yabancı bana bu deniz kıyısının insanları… Bu dünya, başka bir yer: Beni duvarlarıyla koruyan bu güzel bahçenin dışında, biraz ötesinde birdenbire hızla, alabildiğine uzaklara açılıveren deniz, Karadeniz, dev gibi kabaran, çırpınan o görkemli dalgalarıyla ürkütüyor beni. Sanki karşımda sonsuzluğa uzanan bir okyanus var! Korkuyorum, nedenini bilmeden… Alışık değilim, sınırsızlığına denizin…
“Kocaali’yi sevdin mi? Kocaali’yi sevdin mi?”
Hayır. Tanımıyorum ki seveyim. Karadeniz bir bilmece benim için. Büyük, suskun, dev bir bilmece! Tıpkı tüm Anadolu gibi. Dahası beyaz köpüklü, hırçın dalgalarıyla soluğumu kesiyor, ah ben bu denizle ne yapacağımı, nasıl başa çıkacağımı bile bilmiyorum, yanına nasıl yaklaşayım? “Yüz” diyorlar bana, “İşte sana İstanbul’da yitirdiğin tertemiz sular, yüz, durma yüz!” Oysa karşımdaki büyük bir ırmak gibi uslu uslu akan, “evcilleşmiş” Boğaziçi değil ki! Bu deniz bambaşka! Sonsuz ve yabanıl…
Karadeniz; Türkiye’min doğusundan batısına yeşil bir gerdanlık gibi uzanan bu kıyılar, doğal kum plajları, gökyüzünün maviliğinden inerek ayaklarımızın altına serilmiş bu yeryüzü cenneti, benim için yalnızca, çocukluğumda ezberlediğim bir türküden başka bir şey değil: “Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına!” Türkü ansızın beynimde yankılanırken ağlamak geliyor içimden. Bir zamanlar, ta Kurtuluş Savaşı’nda, düşman işgali altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya silâh kaçıran kuvvacı, eğitimci yazar, paşa oğlu dedem geliyor aklıma, takalara yüklenip Karadeniz’e salınan cephaneleri öbür dedem (babamın babası, Adapazarı Hendekli Ziraat Müdürü) Kocaali yakınlarında bir yerlerden gece yarısı teslim alırmış. Vay vay! Demek şimdi ben işte bu Kocaali’deyim! Karadeniz’in ve tüm Anadolu’nun İstanbul’dan çıkagelen Mustafa Kemal Paşa’ya bağlandığı, onunla bütünleştiği Samsun’a yakın bir yerlerde… Kentli köylü, İstanbullu, Anadolulu demeden hepimizin bir bütün olmaya ilk adımlarımızı attığımız bu yerlerde… Ansızın yü
reğimdeki yabancılık silindi, kendimi “buralı biri gibi” görmek isteğiyle yanıp tutuşuyorum şimdi, ürkekliğimi bir yana bırakıp sevgili arkadaşım, beni burada ağırlayan Emine Erbaş’ın çağrısına uyarak fırlıyorum yerimden. Emine beni arabasıyla Kocaali’de bir köy evine götürecek! Ev halkıyla tanışacağım!
reğimdeki yabancılık silindi, kendimi “buralı biri gibi” görmek isteğiyle yanıp tutuşuyorum şimdi, ürkekliğimi bir yana bırakıp sevgili arkadaşım, beni burada ağırlayan Emine Erbaş’ın çağrısına uyarak fırlıyorum yerimden. Emine beni arabasıyla Kocaali’de bir köy evine götürecek! Ev halkıyla tanışacağım!
Az sonra Kocaali’li Mevlide’nin evinde teras gibi rahat, kocaman balkonuna kurulmuş neskafelerimizi içeceğiz, daha sonra da Mevlide’nin ineğinden süt sağışını izleyeceğim. İki tane ineği var Mevlide’nin, biri karalı aklı çok şirin bir yavru, öbürü besili, boz renkli, koca-man. Memeleri süt dolu. Mevlide onlara, kocaman bahçesinin bir köşesindeki ahırında bakı-yor. Yavru olanı annesini doğum sırasında yitirmiş. Güzel kara gözleriyle bana bakıyor. Onu okşamak geliyor içimden, ama çekiniyorum. Mevlide karanlık ahırda büyük ineği sağarken yine dalıp gidiyorum, düşüncelere dalıyorum. Batılı ülkelerdeki sağlık koşullarına uygun hayvan çiftliklerini düşünüyorum. Tertemiz, bakımlı, besili büyük baş hayvanların çok sağlıklı barınaklarda salınarak dolaşmalarını düşünüyorum. Burada iki ineğin kapatıldığı karanlık, pis saman ve talaş yığılı ahırdan yayılan kötü kokunun genzimi gıcıkladığı eşikte ben, hayvancılığın yalnız burada değil, tüm Anadolu’da nasıl can çekiştiğini düşünüyorum. İneklerinin bu doğal koşullarına son kertede alışkın Mevlide’nin, neşe içinde süt sağışına bakarken, bu güleryüzlü, sıcak kanlı, neşeli kadının gelecekte kente taşınacak çocuklarının, artık buraya sırtlarını dönüp inek falan sağmayı unutacaklarını düşünüyorum. Mevlide’nin kızları kentlerde okuyorlar, Kocaali’nin bir zamanlar köy olan yerleşim bölgeleri, hızla kentleşmekte, buraya gelirken yol boyu birbirini kesen caddelerde sokaklarda betonlaşmanın yöreyi nasıl ele geçirip değiştirdiğini gözlerimle gördüm. Beton binalar her çeşidiyle çevrede boy vermiş, sağlıklı, düzenli, planlı yapılaşmadan yoksun bir biçimde dört bir yana yayılmış. İç içe geçmiş daracık, eğri büğrü, yokuşlu inişli kimi de toprak yolların çevresinde, sırtsırta, yüzyüze kurulmuş, sağlıksız oldukları duvarlarından bile belli olan yapılar, çarşıyı ve çevresini kuşatmış. Evler, alışveriş ve pazar yerleriyle iç içe, beton sıvalarının altından seyrek dizili tuğlaları gözüküyor. Aklımdan, 1999 Düzce depremi geçerken içimi çekiyorum. Depremle unufak, yerlebir olan sağlıksız yapıları, giden canları düşünüyorum. Ah benim sevgili ülkem, ah dağı taşı güzel Adapazarı, ah daha nice doğal güzellikleri bağrında barındıran Anadolu’m, sen “kentleşme, kentleşme” diye çıldırırken nedir seni “aklını kullanmaktan” yoksun bırakan? Neden her işini Allaha bırakıyorsun da birazcık da yaşamsal işlerinde aklına pay bırakmıyor-sun? Teknolojiyi, neden bilimsel aklın desteğinde kullanamıyorsun?
Tatlı dilli, güleryüzlü, insana yüreği açık Mevlide’nin kentte güvenlik görevlisi olacak yetişkin kızı biz İstanbulluları, Emine’yle beni çaktırmadan yan gözle süzerken Mevlide, kocaman , pek de bakımlı olmayan bahçesindeki çiçeklerin akşamüstü ezan okunurken bir bir açtıklarını anlatıyor. Gülümsüyorum; gün ışığı çekilirken açan çiçeklerin ezanla ne ilgisi var? Ama Mevlide “inanmış” bir kez. Emine bahçedeki nefis dutları toplamayı öneriyor. Birçok meyve ağacı da var, ama bunlar da sanki kendi kaderlerine bırakılmış. Az sonra yanımıza gelecek Mevlide’nin eşi bize buradaki geçim derdinden, işsizlikten, fındık veriminin düşmesinden söz ediyor. Yapılaşmanın ve daha birçok nedenin artmasıyla birlikte yörede fındık, meyve gibi temel üretim ürünleri, tarım ve hayvancılık yok olmaya yüz tutmuş. Ünlü fındık yağı bile epey karışık! Buna karşılık sanayileşme ve fabrikalar da yerinde sayıyor. Olanlar da yok oluyor. Karadeniz de, Türkiye’nin öbür bölgeleri gibi sanayileşmeyi artık özel sektörden bekler olmuş. Köylülükten işçiliğe geçememek, buna karşılık kentli yaşamına zorlanmak, yöre insanını şaşırtmış durumda. Gençler eğitim ve iş nedenleriyle kentlere taşınıyor, kalanlar ne yapacağını bilemiyor. Gözleri şimdilerde yalnızca turizmde. Biz “turistlerin” onlara kazanç getireceğini umuyorlar. Oysa buralara yatırım da yok değil. Okul, hastane, özellikle de içinde her türlü marka eşya olan alışveriş merkezleri açılmakta… Ama bunlar özelleşme yolunda! Çarşıdan geçerken gördüm; halk kütüphanesi bile var, ıssızlığa gömülmüş bir görünümü olsa da!
Mevlide’nin ablası ve oğlu yanımıza geldiler. İstanbul’da Zeytinburnu’nda oturuyorlarmış, bu yüzden abla bizimle arkadaş tutuyor kendini, 30 yaşındaki oğluysa kaçıp eve saklanıyor.
Mevlide’nin esnaf eşi Melen Çayı’na (eski adı Efteni’ymiş) gidip gitmediğimizi soruyor. Çok güzelmiş. Ayrıca gidip görülmeye değer ve doğal güzelliği eşsiz birçok yer var çevrede, hep-sini göreceğimize söz veriyoruz. Çam Dağı, Maden Deresi-Yenimahalle, Kirazlı ve yakında baraj altında kalacak Ortaköy! Beyler Köyü’nde rafting de yapılıyormuş. Birçok turist geliyormuş. Görmemiz gerekirmiş. Zaten neden kalkıp geldik ki buralara İstanbul’dan? Kendi kentimizin yitip giden doğal dokusunu burada bulmak amacıyla değil mi? Biz İstanbullular, Anadolu kıyılarında neden kuruyoruz yazlık sitelerimizi, tatil beldelerimizi? Yöre halkını düşündüğümüz için mi? Yoksa Anadolu’nun hâlâ eldeğmemiş doğasından yararlanmak için mi? Elbette kentlerde sıkılan yüreklerimizi Anadolu’nun saf sularıyla, tertemiz rüzgârıyla serinletmek için! Tabii ki Melen Çayı’nı görmeye de gideceğiz, orada da piknikler yapıp gezip eğleneceğiz, fotoğraflar çekeceğiz, balığını yiyeceğiz! Kentli alışkanlıklarımızı oraya da götüreceğiz! Çayın sularının, neden son yıllarda iyice azaldığını hiç düşünmeden! Kurulacak barajın koca bir yöreyi yok edeceğini aklımıza bile getirmeden! Çayın suyunun İstanbul’a taşınırken çekildiğini, yetersiz kanalizasyon çalışmaları yüzünden bulandığını hiç düşünmeden! Bunlardan bize ne canım, zaten Melen Çayı’nın kuruyacağını da kim söyledi? Tüm Anadolu gibi Melen Çayı da, her şeyiyle bizleri yüzyıllarca, yıllarca besleyen doğal kaynağımız değil mi? Ona ne olur ki? Hiç tükenir mi? Aklımıza bile gelmez!
Bir yandan Melen çayı&rsqu
o;nı anlatan Mevlide’nin esnaf eşini dinlerken öte yandan geçim kaynakları gitgide tükenen Karadeniz’i düşünüyorum. Üretim ve verim alanları ortadan kal-kan, ünlü balıkçılığı bile ölmeye yüz tutmuş, bilimsel eğitimden yoksun kalmış, dinsel gele-neklerine tutunup yaşamayı sürdürmeye çalışan insanlarını düşünüyorum. Sonra, bir zamanlar Anadolu’da kurulan Köy Enstitüleri’ni düşünüyorum. Eğer sürselerdi, Anadolu kalkınabilir miydi? Kuşkusuz kalkınacaktı! Her biri bilimsel yöntemlerle yönetilecek çiftliklere dönüşecek Köy Enstitülerinde tarım ve hayvancılık, en ileri bilimsel teknolojik yapılanmanın köye (kente değil) girmesiyle insanımız gelişecekti. Bilimsel eğitim ve sanayileşme, köylümüzün yapısına uygun biçimde gelişecek, kentleşme adı altında özünden koparılıp yozlaştırılmaya çalışılmayacaktı! Bugün Avrupa ve ABD’de her köylünün nasıl arabasından bilgisayarına, süt sağma makinesinden toprağı işleme makinesine, tohumundan mazotuna dek her türlü teknolojik araç gereci varsa, bizde de böyle olacak, köylü bir yandan kendi toprağında, yerinde yöresinde kitabını okuyup bilgisayarını kullanırken öte yandan en son teknik olanaklarla kendi toprağını işleyecekti… Geçim için kentliye ya da yabancı ülkelerin özel bilmemnelerine gerek kalmadan! Biz aradan çekilecektik ve köylü ürününü aracısız, “kendi malı” olarak satacak, dünyaya pazarlayacaktı! Bizler de sömürge ülkelerine gider gibi pahalı kentlerimizden kalkıp köylerimizin pazarlarında ucuz ve hormonsuz meyve, sebze, tereyağı aramayacak, köy yerlerinde ve köylülere sırtını dönmüş, parsellenmiş, özentili tatil siteleri kurmayacaktık. Ege’de, Akdeniz’de, Marmara’da yaptığımız gibi… Oralarını nasıl da kendimize benzetip çarpık çurpuk kentleştirdik, doğal güzelliklerini tırpanlayarak! Şimdi sıra Karadeniz’de mi?
o;nı anlatan Mevlide’nin esnaf eşini dinlerken öte yandan geçim kaynakları gitgide tükenen Karadeniz’i düşünüyorum. Üretim ve verim alanları ortadan kal-kan, ünlü balıkçılığı bile ölmeye yüz tutmuş, bilimsel eğitimden yoksun kalmış, dinsel gele-neklerine tutunup yaşamayı sürdürmeye çalışan insanlarını düşünüyorum. Sonra, bir zamanlar Anadolu’da kurulan Köy Enstitüleri’ni düşünüyorum. Eğer sürselerdi, Anadolu kalkınabilir miydi? Kuşkusuz kalkınacaktı! Her biri bilimsel yöntemlerle yönetilecek çiftliklere dönüşecek Köy Enstitülerinde tarım ve hayvancılık, en ileri bilimsel teknolojik yapılanmanın köye (kente değil) girmesiyle insanımız gelişecekti. Bilimsel eğitim ve sanayileşme, köylümüzün yapısına uygun biçimde gelişecek, kentleşme adı altında özünden koparılıp yozlaştırılmaya çalışılmayacaktı! Bugün Avrupa ve ABD’de her köylünün nasıl arabasından bilgisayarına, süt sağma makinesinden toprağı işleme makinesine, tohumundan mazotuna dek her türlü teknolojik araç gereci varsa, bizde de böyle olacak, köylü bir yandan kendi toprağında, yerinde yöresinde kitabını okuyup bilgisayarını kullanırken öte yandan en son teknik olanaklarla kendi toprağını işleyecekti… Geçim için kentliye ya da yabancı ülkelerin özel bilmemnelerine gerek kalmadan! Biz aradan çekilecektik ve köylü ürününü aracısız, “kendi malı” olarak satacak, dünyaya pazarlayacaktı! Bizler de sömürge ülkelerine gider gibi pahalı kentlerimizden kalkıp köylerimizin pazarlarında ucuz ve hormonsuz meyve, sebze, tereyağı aramayacak, köy yerlerinde ve köylülere sırtını dönmüş, parsellenmiş, özentili tatil siteleri kurmayacaktık. Ege’de, Akdeniz’de, Marmara’da yaptığımız gibi… Oralarını nasıl da kendimize benzetip çarpık çurpuk kentleştirdik, doğal güzelliklerini tırpanlayarak! Şimdi sıra Karadeniz’de mi?
Emine arkadaşımın güzel yazlığına döndüğümüzde temizlikçimiz Pembe karşıladı bizi, Mevlide’nin ineğinden sağıp verdiği sütü ona bıraktık. Bahçedeki şezlonglara uzandık. Az sonra Pembe yanımıza gelecek, bize uzun uzadıya İstanbul’da yıllarca nasıl çalıştığını anla-tacak. Pembe buralı bir köy kızı. Yörenin tüm insanları gibi çok güzel, alımlı. Küçücük yaşında evlenmiş, çocuklarını büyütmek için çekmediği çile kalmamış. Sonra kentte başını açmayı, kuaföre gitmeyi, süslenmeyi öğrenmiş. Çalışmış, çok çalışmış. Şimdi buralarda o da bir ev almayı planlıyor. Sevinç içinde Pembe, artık burada “hanım” olacak o, kentli kadınlar gibi yaşayacak, bizler gibi! “Haydi hayırlısı!” diyorum kendisine. Sonra gözlerimi yine camgöbeği gökte süzülen ak bulutlara dikiyorum. Bulutlar akpak, tertemiz, saf mı saf! Ah bozulmasın saflıkları ne olur. Hep böyle kalsınlar. Sen; güzel bulut, doğanın eşsiz güzelliğiyle donanmış saf çocuk Kocaali, kocaman Ali, sen büyürken sakın bozulma, büyüyeceğim diye temizliğinden hiçbir şey yitirme, yozlaşma olur mu? Özün hep böyle ak, göğündeki bulutlar gibi akpak kalsın!
Emine’nin sesiyle kendime geldim yine:
“Tansu! Denize gitmiyor musun? Haydi koş, İstanbul’da böyle deniz bulamazsın!”
Birden korkuyorum; tereddütteyim, acaba şu denizin tertemizliğini İstanbulluluğumla bozup kirletir miyim diye…
TANSU BELE/ 22 TEMMUZ 2011
