TİYATROMUZA NELER OLUYOR?

TİYATROMUZA NELER OLUYOR?

Atatürk; “Tiyatro; bir memleketin kültür düzeyinin aynasıdır” demiş. Muhsin Ertuğrul’un sahneye koyduğu “Akın” adlı oyunu ilk gecesinde Tepebaşı Tiyatrosu’nda izlemiş ve sanatçıları büyük bir coşkuyla alkışlayarak kutlamış… Ya bugün; “devlet erkânımız” arasında en başta başbakanımız olmak üzere- tiyatroya giden kaç siyasetçimiz var? Bu gerçeğe bakarak toplumun da yeterince tiyatro izlemediğini söyleyebilirim. Dahası tiyatromuzu özelleştirme çabaları onu toplumdan koparıp bir “zümrenin” seyirliğine yöneltmek değil de nedir? Bu “zümre” de yükselen sağ (ve dinci) burjuvazi mi olacaktır? Her alanda olduğu gibi tiyatromuz da dinci kesimin malı mı olacaktır? Toplumumuzun salt bu “zümre”den ibaret olduğunu sananlar öylesine yanılıyorlar ki. Patron geçinen işadamlarının gazeteleri, TV’leri satın alıp gazetecileri sağcı (ve gerici) siyasaya hizmet ettirmeleri ve bu tutumlarıyla (ve çıkarları doğrultusunda) toplumu susturup yönlendirmek istemeleri gibi, tiyatrolar da böyle çalışacak herhalde; ama acaba çalışabilecekler mi? Hiçbir tiyatro “patronun düdüğü” olamaz, çünkü bu onun doğasına aykırıdır.

Tiyatronun üç ayağı vardır: Oyun, oynayanlar, seyirci. Metin And’a göre seyircisiz tiyatro olmaz. Nasıl ki öğrencisiz okul olamaz; çünkü tiyatro bir okuldur. Ne var ki “seyirci sıkılmadan oyuna katılmak, soru sormak, haklıyı haksızı kendi sınamak ister.”(Aka Gündüz). Dahası böyle de olmalıdır! Ya da bu yüzden “Tiyatroyu alışılmış töre ve kısıntılardan arınıp yeni baştan düzenlemeye götürecek bir halka açılış gerekir.(Aka Gündüz)” “Belli bir tiyatro alışkanlığı ile koşullanmış, önyargılar edinmiş aydın kentli seyirci için alışkanlıklarından silkinmek zordur. Halk Tiyatrosu kavramı burada üzerinde araştırma yapılacak, koşullanmamış, beğenileri sınırlanmamış, açık fikirli ve geniş, yaygın bir halk topluluğuna yönelecek hazırlıklar gereklidir.(Metin And/ Türk Tiyatrosu)”

Atatürk; tiyatronun toplum üzerindeki kültürel etkisini derinlemesine kavramış ve onun toplumcu yanının tüm sanatlar içinde ne denli baskın olduğunu, halk için önemini bilen bir dehaydı. Bir Dramaturg’du! 1923 yılında, savaşla yakılıp yıkılmış İzmir’de TBMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa; Uşakizadelerin evinde kalırken, halkın yaralarına iyi gelir diyerek İzmir’e gelmiş olan Darülbedayi sanatçıları O’nu ziyarete gelirler. O; “Türk kadını sahneye çıkmalı” der. Gerçi o güne dek sahne denemesi yapan kadın oyuncular vardır ancak Müslüman Türk kadını dışlanmaktadır. Atatürk’ün isteğiyle Bedia Muvahhit sahne alacak ve böylece “davayı kazanmış Müslüman Türk kadını, imtihanını başarıyla vermiş, Türk sahnesine ‘irade-i milliye’ ile yerleşip sahip olmuştur (Vasfi Rıza Zobu)”. Bedia Muvahhit; yine Atatürk’ün isteğine uyarak Anadolu turnelerinde başını önce ince tülümsü bir şalla örtecek ama ülkemizin aydınlanma çabasına geçmişten bugüne en çok katkı veren öncü kadınlarımızdan biri olacaktır. Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün halk (toplum) adına yücelttiği tiyatro sanatının çağdaş sanatçısı olarak kalacaktır. Tiyatronun, ulusallığa (ve toplumla bütünleşmesine) açılan “cumhuriyet okulu” yolunda karanlığa ışık tutan oyuncular arasındaki cumhuriyet bilincini hep koruyacaktır (Hilmi Zafer Şahin/ İ.B. Şehir Tiyatroları dramaturg ve yönetmen yard.)

Şimdi; tiyatronun cumhuriyetimizle bütünleşen bu “toplumcu gerçekçi” yüzü, Atatürk’ün en önemli beklentisi olan değerli oyun (ve opera) yazarlarımızla da ulusallığa açılarak yüceleşen ve dünyaya açılan gövdesi; “özelleştirme” adı altında toplumun elinden koparılarak, siyasal çarkı eline geçiren gerici bir “zümrenin” elinde ve yobazlaşan burjuvazinin güdümüyle ne yapılmak istenmektedir sorusunu sormak, elbette Türk seyircisi olarak bizim en vazgeçilemez hakkımızdır.

TANSU BELE / Temmuz 2012

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir