TV Reklamlarının dilinde küfüre çok az kaldı..

TV Reklamlarının dilinde “küfüre” çok az kaldı…

Toplumumuzda bireysel öfkenin; 2008 Dünya Ekonomik krizi ve yerel seçimlerin getirdiği propaganda ortamının gerginliği ve siyasilerin bozuk ağızları; bu günlerde reklamlarda aşırı biçimde kendini göstermektedir. Bu çirkinlik; bazı reklamlarda “Türkçe’ ye, direk olmasa da dolaylı bir saldırı niteliği taşımaktadır. İşin en ilginç yanı; bu çok önemli kuruluşların bazılarında “Türk” ön adı bulunmakta, sermaye yapıları incelendiğinde; milli sermaye yapısını kaybetmiş, ya da bu özelliklerinden söz edilemeyecek bir sermaye yapısına dönüşmüş kuruluşlar olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu, saldırgan diyebileceğimiz, Türkçenin argo ve kuralsız kullanımında rol alan, başka bir deyişle yazılan metinlerin, sözcüklerin aktarılmasında kullanılan “oyuncuların erkek kesiminde; aşırı kilolu, önüne ne koysak silip süpürüp yiyen görünümünde, obeziteye yakın tipler olması ortak özellik olarak görünmektedir. Sıradan bir sahne sanatları okulu öğrencisinin bu görev dağılımını okula ödev olarak götüremeyeceği bu tiplerin seçilmiş olmaları; onların üstün oyunculuk ve sahne sanatlarındaki kariyerlerinden çok; daha önce yaptıkları film, gösteri, vb. işlerde öne çıkmaları ve halkın sanat arayışı olmadan kolay algıladığı şeyler olması ve bunlardan çok para kazanmaları, geniş halk kitleleri tarafından bir şekilde tanınır olmalarıdır.. Son günlerdeki dizi film furyasındaki oyuncu kadrosunda yer alan bireylerin öne çıkmaları, çıkarılmaları sonucunda; neredeyse bu işin bir piyasası oluşmaktadır. Bütünüyle bir komedi dizisi olan bir televizyon dizisinin tıpkısı bir reklam olarak karşımıza çıkmakta, o dizide yer alan oyuncular veya başka oyuncular kullanılarak her türlü yaratıcılıktan uzak, bıktırıcı, hesaba-kitaba gelmeyen ve dahası toplumun hak etmediği bir düzeyde bu işte ısrar edilmektedir.

Reklamlarda kullanılan ve küfüre çok yakın bu saldırgan dilin kullanılmasına izin veren; sermaye, patron, ana reklam veren kuruluş; hedef kitlesini belirlerken, çok ciddi bir hedef kitle analizi yaptığını söylemek açıkçası bu durum karşısında safdillik olur. Başka bir deyişle Türkçeye dolaylı bir saldırı saydığımız bu reklam dilinin arkasında çok ciddi bir beyin gücü, araştırma ve stratejinin olduğu söylenemez. Kıçında donu olmayan adama; ileri teknoloji ürünü satmanın, dünyada işsizlik oranında dünya şampiyonu olan bir ülkenin, reklamcısının diline bakarak; orada büyük bir çöküşün, sorumsuzluğun, kural tanımamanın kol gezdiğini ve bireysel cinnetin her an toplumsal cinnete dönüşebileceğini söyleyebiliriz. Ayrıca burada mesleki ahlak ve mesleki etik anlayışının tartışılamayacağı gibi; en büyük tehlikenin bu kural tanımazlık karşısında bir tekelleşmenin artık gözle görüldüğü ve bu sektörün içinde yer alan gerçek ve tüzel kişilere karşı bir haksız rekabet ve tacizin varlığından kolayca söz edilebileceğidir.

Reklamlarda kullanılan dilin içinde yer alan sözcüklerin: “oha”, “böö”, “cibilliyetsiz” “ganel” TDK Büyük sözlüğünden araştırıldığında savımız daha kolay anlaşılacaktır. Yine dilin ana unsurlarından olan şive, halk ağzı, taklit gibi var olan ve yaşayan olgularla bizim şikâyet ettiğimizin konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Unutulmamalıdır ki Türk Milli Eğitiminin beş yüz bin öğretmeni, ülkemiz sanatçıları, dil bilimciler, yazarlar, şairler, anne ve babalar; Türkçeyi öğretme konusunda büyük çaba harcamakta ve biz onların bu çabasını; yaptığımız bir reklamla yok etmekteyiz…

Bu yıl 14 Haziran 2009 günü yapılan Üniversite sınavlarında bu sınavlara giren öğrencilerin en çok zorlandığı konu: ne matematik, ne fizik, ne fen bilimleri ne tarih, ne de coğrafyadır; tüm uzatılan mikrofonlara, yaptığımız özel görüşmelerde gördüğümüz ve bize söylenen: Türkçede zorlanıldığıdır. Türkçe; dünyanın beşinci konuşulan dilidir. Her yönüyle güzel bir dildir. Haziran ayı içinde 7. Türkçe Olimpiyatları yapıldı. Beş kıtadan, yüzlerce ülkeden Türkçe konuşan, şarkı söyleyen, şiir okuyan yabancı ülke çocukları ülkemizde konuk oldu ve bizlere Türkçe seslendiler ve Türkçenin güzelliklerini sergilediler… Bu ülkenin en üst düzey siyaset, sanat, bilim adamlarını; sıradan vatandaşlarını bu çocuklar Türkçe sevgileriyle ağlattılar…. Onları dinledikçe; ana dilim Türkçenin ne kadar güzel bir dil olduğunu hayranlıkla izledim, gurur duydum! Şunu da hemen anımsatmakta yarar var: Bir Osmanlı Paşa torunu olan Nazım Hikmet’i dünyanın en büyük şairi yapan; onun dehası, duyarlılığı ve sanat gücü olarak öne çıkarabiliriz ama ana dili Türkçe olmasaydı; Nazım ne kadar Nazım olurdu; bir düşünelim!?. Buradan; reklam ajanslarındaki bu reklam metinlerini yazanlara sesleniyorum: Lütfen; Üniversite sınavlarında çıkan Türkçe sorulara bir bakınız… Dilinizi ne kadar bildiğinizi test ediniz; bu iş zıvanadan çıkmadan önce… Ayrıca, yazdığınız metinlerdeki konuşma diliyle; çoğunuzla, eşinizle, reklam vereninizle, patronunuzla konuşunuz. Çocuğunuzun ödevlerini bu dille yapınız, annenizin babanızın hatırını sorunuz!.. Olmaz falan demeyin, bir deneyin…

Bu durumda reklam nedir? Kim denetler veya denetlemez:

Yine kavram birliği olarak sözlüklere başvurduğumuzda reklam:
reklam Fr. réclame is. (l ince okunur) 1. Bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol: “Şehirde canlı reklam dolaştırmak hiçbirimizin aklına gelmemişti.” -R. N. Güntekin. 2. Bu amaç için kullanılan yazı, resim, film vb.

“reklam Fr.réclame
1. Bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol: § “Bir hayat ve sevgi reklamı yapıyordu.” -Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, 58. § “Fakat gazetesinde bana öyle bir reklam yaptı ki…” -Peyami Safa, Yazarlar-Sanatçılar-Meşhurlar, 143. § “Zira, bunu hem şahsı, hem eseri için bir reklam telakki ediyordu.” -Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, 36. § “Bazı yayınevlerinin çeşitli reklam yollarıyla bir çeşit güncel değerlendirme tröstleri kurabilmiş olduklarını görüyoruz.” -Adalet Ağaoğlu, Geçerken, 13. § “Hatta işlettiği hususi tımarhane için iyi bir reklam olacağınıza da emin.” -Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak, 70. § “Muhtarı
n ve gençlerin, köyün reklamını yaptığını düşünerek ses çıkartmadıkları günü birlik şöhret parıltısı da böylece sönmeye başladı.” -Buket Uzuner, Uzun Beyaz Bulut (Gelibolu), 198. § “…reklam, piyasa araştırması, fuarcılık, çeşitli sinema ve video işlerini çevirenleri bir kurcalayın…” -Attila İlhan, Aydınlar Savaşı, 67. 2. Bu amaç için kullanılan yazı, resim, film vb: § “Moda mağazası reklamı bu kadar düzgün ve kibar olamazdı.” -Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, 73. § “Türlü türlü tesadüf oyunun reklamlarını okur ve orada işin pek tabii bir ticaret hâline geldiğini öteden beri görür, dururuz.” -Peyami Safa, Din, İnkılâp, İrtica, 55. § “İlaç reklamlarının önüne sürükler.” -Adalet Ağaoğlu, Toplu Oyunlar: Bir Kahramanın Ölümü, 301. § “Sokak ışıkları ve sadece reklâmlar yaşıyor.” -Attila İlhan, Kurtlar Sofrası, 93
Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü
Olarak tanımlanmaktadır. “

Reklam ve karşılaştığımız ilk reklam:
1952 yılında Kayseri’de; bir gün evimizin bahçesinde oynarken (DDY Lojmanları) uzaktan bir kalabalığın sesi gelmeye başladı. Hemen caddeye koştuk arkadaşlarımızla. Gördüğüm şeyin ne anlama geldiğini anlamadım!? On kişi; kocaman amcalar; petrol varillerinin içine girmişler, varillerin ortasında açılan bir delikten kafalarını çıkarmışlar. Elleri görünmüyor, birbirlerinden belirli Uzaklıktabir sıra halinde; öğlen sıcağında ağır adımlarla bir sağa bir sola sallanarak yavaş adımlarla yürüyorlar. Yalnız başları ve dizlerinin altı görünüyor. Hepsinin bir özelliği; çok temiz sakal tıraşı olmuşlar. Güneş yüzlerine vurdukça; suratları parlıyor… İnsanlara, çocuklara soruyorum? “Bu ne? Ne oluyor, kim bunlar?” Kimse bir şey söylemiyor. Yolun sağında solunda kalabalık onlarla yürüyor. Varillerin üzerinde bir yazı var. Okula gitmediğim için biraz büyük çocuklara soruyorum: “ Ne yazıyor?”. “Job” diyorlar bana… “Job” ne, diyorum. “Tıraş bıçağı, tıraş bıçağı” diyor amcalar.. Neden varillerin içine girmişler? Kalabalıktan birisi sertçe ve bilgiççe sorumu yanıtlıyor: “Reklam, reklam…”

1959 yılında babam Aydın Bölgesinde “Sağlık İstasyonu” İstasyon şefi. Efes harabeleri çok yakın bize. Bir gün “Haydi! seninle baba-oğul; Efes Harabelerini gezelim …” dedi. Trenle Selçuk İstasyonu'na kadar gittik, oradan yürüyerek Efes Müzesine… O günlerde küçük bir müzeydi… Duvardaki yazıları okudum, babam bana durmadan  anlatıyor…  Artemis Heykeli; bahçede…. Tek başına duruyor.  Efes Kentinin kuruluşu bana masal gibi geliyor… Ben, Kenti merak ediyorum. Bir traktör ile harabelere gittik. Girişte bir bekçi, babam yanına gitti ve onunla konuştu; uzakta harabelerin içinde ekili tütünleri çapalayan insanlar… İlk bakışta görülecek bir şey yok. Efes kentinin içine girdik ve mermer caddede yürüdük baba-oğul. Bana kentin kanalizasyonları anlatıyor,toprak künkleri gösteriyordu.  Kaldırımlardaki mermere oyulmuş ayak izleri ve uzaktan görünen Selsüs Kitaplığı  dikkatimi çekiyor… Babamla bir yerde duruyoruz: “Aşk Mabedi” Yazılı bir tabela. Bizden başka kimseler yok Efes harabelerinde… Nedir diye sormuyorum babama bu “Aşk Mabedi”. Babam da açıklamıyor… Oradan Limana gidiyoruz. Deniz yok! On beş-yirmi kilometre uzaklaşmış. Yine de gemilerin bağlandığı demir halkalar duruyor…

Yıllar sonra araştırıyorum ki Efes kentindeki kaldırımlara oyulmuş o ayak izleri; Aşk Mabedine götürüyor insanı. Bir yön işareti ama benim için bir reklam. Yakın zamanda öğrendim. Efesli erkekleri akşamları Selsüs kitaplığına gidip kitap okurlarmış. Daha sonra anlaşılmış ki kütüphanenin altında bulunan tünelden; Aşk Mabedine kaçarlarmış. Şimdi günümüzün “fazla mesaideyim aşkım” gerekçeli eve geç gelmeler gibi… Burada internetten bulduğumuz arkeolojik bilgi, Aşk Mabedini; Aşk Evi olarak şöyle anlatıyor.
 

Aşkevi Tabelası: Efes Antik Kent,  MS 1 YY, Efes - Türkiye

AŞK Mabedi: AŞK EVİ:
İlk inşa devresi İmparator Trajan dönemine rastlamaktadır. İki katlı bir yapıdır. Arkada tuvaletler ve Skolastika hamamı ile ortak bir yapı oluşturur. Bir yazıttan aşk evi olduğu anlaşılan bölüm ile büyük bir tuvalet bu yapı topluluğunun ilk inşa evresine dahil edilir (M.S.1.yy). Üst kattaki odaların kızlara, alt kattaki odaların ise konuklara ait olduğu düşünülmektedir. Aşk Evinin baş salonunu mozaik döşeli yemek odası oluşturuyordu. Yerde dört mevsimi simgeleyen bir mozaik bulunuyordu. Bu Aşk Evi Pompeidekilerle karşılaştırıldığında büyüklüğüyle dikkati çekmektedir.

Konumuza dönersek; reklamlar konusunda ciddi örgütlenmeler var. Bunlar; Reklamcılar Derneği, Reklam Verenler Derneği, Reklam Özdenetim Derneği, RTÜK. Tüm bu kuruluşların; misyon ve vizyonları incelendiğinde, çalışma alanlarına bakıldığında “Tamam işte, bu iş bu kadar… Daha ne olsun ki…” denilebilir. Bu kuruluşların kadroları, yöneticileri incelendiğinde; arayış içine girmemize hiç gerek kalmayabilir… Sorun ne o zaman? Sorun şu: Dayatanlarla-Dayatılanlar arasındaki dengenin; dayatılanlar aleyhine büyük ölçüde değişmiş, bozulmuş olmasıdır. Türk Dilinin kullanımı; dernek, vakıf vb. kuruluşlara bırakılmayacak kadar önemlidir ve her geçen gün öncelik gittikçe kendini daha çok hissettirmektedir. Biz halk olarak mücadelemizi bir yere kadar yaparız. Dilekçe yazarız, protesto ederiz, hukukçulara danışır; gerekirse dava açarız. Ancak gördüğümüz kadarıyla “sorun” bu aşamaları çoktan aşmıştır. Yasal güvence kaçınılmazdır.

Sonuç: Ümraniye Cezaevi E Blok Girişişindeki yazı
Bidon suyu satan dükkana girdiğimde, bir yıla yakındır görmediğim genç, ; beni görünce saygıyla ayağa kalktı. Aylık bidon suyu borcumu ödemeye gitmiştim. Ben sormadan o hemen neden ortalıkta görünmediğini bir solukta anlattı. Kavga etmiş. Sekiz yerinden bıçaklanmış. İki ay hastanede yatmış. İyi olup, çıkmış. Onu bıçaklayan askere gittiği için; adam canını kurtarmış, mahkemesi sürüyormuş. Bu kez bizim genç başka birisiyle kavga etmiş. Karşısındakini bu kez; iki yerinden o bıçaklamış. Haklıymış ilk bıçağı sapladığında. “ Nefis’i müdafaa
” diyor… Durmamış: Olaydan sonra alıp götürmüşler bıçakladığı adamı, o peşlerine düşmüş; adamı dükkânında yakalamış ikinci kez bıçaklamış… İnanılır gibi değil. “İki ayla kurtulacaktım ama sekiz ay yattım. Nefis’i müdafaa ortadan kaltı” diyor. “sıkıntı çektin mi hapiste?” diyorum; “çook çektim” diyor. Parasız kaldın mı? “çook kaldım.” Diyor. Şiir yazdığımı bildiği için; sayfalarca şiir yazmış hapishanede… “Tüm koğuş yazardık, aklımıza geleni iki satır yazardık…” diyor. Kamyon arkası gibi mi? “Öyle, hayata dair sözler… Hepimiz yazardık, ama ne sözler?!.” Nerede onlar diye soruyorum? “Yırttım attım, baktım ortalıkta dolaşıyor, herkesin elinde; sinirlendim. Yırttım attım! Çok kitap okumuş… Altmışın üstünde kitap okumuş. Adlarını sayıyor; çoğu insanın kendisini yönetmesiyle ilgili, ciddi kitaplar.

Yazdığın şiirleri Keşke gösterseydin bana, bir bakardık, sen yazdıklarına değer vermezsen; başkasından nasıl değer vermesini beklersin? Susuyor…  Koğuşta nasıl korudun kendini? “Koğuş ağası vardı.” Diyor. Kavga-gürültü olur muydu diye soruyorum: “Çook, her gün”. Ne yapardın? “Çatalı alır, duvara sırtımı dayar, kavgaya karışmazdım” diyor. Yine şiire, özlü sözlere geliyor… “Bizim koğuş için : Ümraniye Cezaevi E Blok. Girişinde şu yazar; Tevfik ağabey” diyor. Ne yazar?

“Sevgide özgürlük
Saygıda zorunluluk”

Yani sevmezsen olur diyorsun: “Sevmezsen sevmezsin… ağabey, olur” diyor. Saygı, diyorum: “Sayacaksın, saymazsan olmaz!” diyor. Kim yazdı bu yazıyı E Blok girişine? “ Koğuş mümessili Engin Yıldız ağabeyimiz” diyor… Uzun süre özgürlüklerinden yoksun hapiste kalacak, bekli de içlerinden bir çoğu; sahip olduğumuz olanaklara sahip olamayacak, gün ışığını göremeyecek insanların bile “saygı” konusunda bir ortak noktaları; olmazsa olmazları var. Bizler, bu yazının kapsama alanına girenler: Siz ne yazardınız kendi koğuşunuzun kapısına? Bırakın koğuş kapısını; çalışma odanızdaki duvarınızda ne yazılı? İlkeli olmak adına…

Saygılarımla,
Tevfik Yalçın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir