Bizim Tiyatro’nun unutulmaz oyunu Hamxlet üzerine gecikmiş bir yazı: Zafer Diper’e saygılarımla
ÇAĞI YAKALAMAK
YA DA
HAMLET ÇAĞIMIZDA YAŞASAYDI…
Tansu BELE
Hamlet… O öyle bir kişilik ki ’in neredeyse tanrısal yaratısından doğmuş bir hayal ürünü ama var! Gerçekte ve her çağda var, yaşıyor. O, yeryüzündeki insan soyunun dört dörtlük bir simgesi, göstergesi… Öyle ki, hemen her insanda az çok Hamlet’ten izler var! Kuşkularıyla, korkularıyla, güvensizlikleriyle, aranışlarıyla, umutsuzluklarıyla, coşkularıyla, ikircikleriyle (tereddütleriyle), ürküntüsüyle, ama yine de, yine de bilinçlenme isteğiyle ve cesaretiyle… Sonuçta, bütün bunların kuşattığı düşünmesiyle… “Bilemediği, çözemediği” gerçekliğe karşı aklının doğurduğu kuşku ve merakın ürkütücü kışkırtmasıyla, itkisiyle birlikte, önünü kesen ikirciklenmesinden dolayı bir türlü “girişemeyen” ama yine de sonuçta “girişen, girişebilen” Hamlet! İnsan olan her insan, biraz Hamlet değil mi? Korkusuna, ikirciklerine yenilen ya da yenilmeyeceğini düşündüğümüz, kimi zaman da şaşılacak biçimde gerçekten yenilmeyen Hamlet’lerle dolu değil mi dünyamız? Hep merak etmişimdir; “Merak kediyi öldürdü” sözü acaba Hamlet’ten mi kaynaklandı diye… Hamlet’lik olmasaydı içle-rinde; nasıl çözebileceklerdi dünyanın öldürücü gizlerini, bilim adamları? Örneğin Galileo…
İnsanın iç dünyasının mayası kuşkuyu, gerçekliğe duyduğu araştırma, sorgulama ve üze-rinde düşünme isteğini hangi güç yok edebilir? Körü körüne inanç belki… İnanmışlık, peşin hüküm! Belki saplantılı, gözü kör bir tutku! Belki de ölüm! İnsan durduk yerde, boş yere yaratmamış kör inancı ya da dinsel bağnazlığı. Belki korkusundan, belki ikirciklenmesinden.. Ama insanı insan yapan en önemli yanı düşünce ve yargılama, doğruyu, yanlışı sorgulama yeteneği, işin içine karışınca… Kuşku bittiği ya da susturulduğu yerden yeniden başlar. İşte Hamlet bu: İnsanı düşünmeye kışkırtan akıl yetisi, sorgulama ve merak dürtüsü; işte Hamlet’i insan, insanı da Hamlet yapan öğe… İnsan, ancak soru sormaya başladığında insan olduğunun bilincine varabilir, tıpkı Hamlet gibi. Hamlet bir yeryüzü aranışıdır, bir korku ve ürkü, buna karşılık o korkuyu aşmaya çalışan çılgınca bir devinim ve değiştirme isteğidir o, tıpkı insanın içinde kıpraşan insan gibi; insanca, insan olmanın ön koşulu düşünme dürtüsüyle… İkirciği aşmaktır, büyük bir cesaretle, ama bunu yapana dek kaç kez ölüp ölüp dirilerek, nice çılgınlık sarmallarında yitip giden düşünce şimşeklerine ulaşabilmek için, tüm ruh gücünü toplayarak… Delice, çılgınca atılımlarla!
İşte bu yüzden Hamlet’in her çağda olduğu gibi çağımızda da; yine insan eliyle “dogmatikleştirilmiş” bütün toplumsal koşullar, önyargılar, yasalaşmış etik ve inanç kuralları, toplumlara beyin yıkama yoluyla belletilen düşünce kalıplarının durağan ve ölü gerçekliği karşısında yine de “yaşayan, yaşaması gereken” bir insan tiplemesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Geçmişin monark ya da inançlarla dondurulmuş yönetim biçimlerine dönüşen, günümüzün faşistleşmiş, tutuculaşmış, çıkarı uğruna yaşamın devingenliği dışına çıkmış, artık ölümü çağrıştıran kapitalist burjuva düzeninin, toplumlara önlenemez ve değiştirilemez saydırılan ve dayatılan ekonomik- siyasal- silâhsal gerçekliği önünde yine de “devinen ve değişen, çünkü düşünen, düşündükçe de yeniden, yeniden yaşayan, yaşaması zorunlu” bir insanın var olduğunu, var olması gerektiğini öne sürebiliriz. Bu yüzden ölmezdir Hamlet, insan yeryüzünde yaşadığı sürece de ölmeyecektir. Çünkü yaşamak, durağanlaşmak değil devinmektir. Dünyayı değiştirecek devinimdir o! Her çağda insanın “ölü olan, ölmüş, ölüm” karşısında duyduğu umarsızlıktan doğan umudun ta kendisidir yaşamak… Yaşamak inadına, çıldırasıya düşünmektir. Var olabilmek için düşünmek… Düşünmenin çıldırması! Odur yaşamı var kılan! Yok oluşun tehdidi karşısında aklın deviniminin insan beyninde yarattığı diyalektik gitgellerdir; dogmatikliğin insanı acımasızca sindiren, baş eğdiren uysallaştırıcılığından ve yarınını belirsizleştiren kalıplaşmışlığından doğan korkaklığın inadına tetiklediği cesarettir, kuşkunun harekete geçirdiği atılım, yaşamla ölüm arasındaki çelişkinin doğurduğu delice güven, Var olma kaygısının yarattığı başkaldırı ve sorgu gücüdür. Budur; işte budur Hamlet’i var kılan! Yani insanı… Bugün, bütün çağlardan öte varlığına gereksinim duyduğumuz o kişiyi bize çağırtan budur: Ey çağdan duyulan ürkü, yılgınlık ve korku! Gizleme artık tereddütlerinle Hamlet’in düşünme gücünü, perdeleme yeter, onun cesaretini, bırak salıversin çılgınlığın kollarında avuttuğu düşünce atılımları… Ey korku, ölüm korkusu, bırak elimizi kolumuzu, arayalım aklımızın özgürlüğünce yaşamayı yeniden, “özgürlük yalnızca kaybedecek bir şeyin olmamasıdır”, bırak! Evet: Arıyoruz onu, bekliyoruz, kimi zaman görür gibi oluyoruz, umutlanıyor sonra ikircikleniyoruz: Nerdesin, kimdesin Hamlet, sen, ey “düşünen adam”, ses ver! “Keder bulutları”nın arkasına gizlenme; artık çık ortaya, hâlâ mı kederlisin, bırak bu oyunu, “öyle değil, efendimiz; fazlasıyla güneşteyim” de bize! Çıldır kıyıcı gerçeğin karşısında, çıldır yine… Ve öl! Yaşamanın sefaleti adına!
Hamlet… O bir tiyatro kişisidir; yeryüzü tiyatrosunda alabildiğine özgür oynayan, özgürlüğe oynayan insan-kişi! Var olmanın özgürlüğüne! Çağlar öncesinde “egemen düzenin tutucu durağanlığına” karşı, insanın (ve izleyicinin) aklına diyalektiği ve kuşkuyu sokan tiyatro oyuncusudur Hamlet… Bir yeryüzü oyuncusudur! Yeryüzünde, daha doğrusu yaşamda ve zamanda, kalıplaşmanın ve durağanlığın, yozlaşmayı ve ölümü doğurduğunu gören insandır! Tiyatronun (ya da oyunun, oynamanın) görevinin, alışılmış kalıplar içinde “uyutmak”, “seyirciyi duygularından yakalayıp uyuşturmak, istenen şartlanmışlık içinde başkaldırma noktasından uzaklaştırmak” (Günay Akarsu; Toplumcu Tiyatroya Adanmış Bir yaşam, say 178) olmadığını gösteren gerçek “oyuncu”dur . Oyunun, “seyirciyi, dolayısıyla toplumu değiştirmek işlevini” (a. g.y., say 178) üstlenmesi gerektiğini bizlere anımsatan Hamlet… Çağımızda yaşamıyor diyebilir miyiz? Hayır; en azından ben, önceki gece Bizim Tiyatro’da izlediğim “Hamxlet” oyunundan sonra artık söyleyemem bunu, dünyaya (ve şu yeryüzü denilen tiyatroya, yaşamın sefaletine) umutsuzca bakışımı yerle bir eden bu seyirliği izledikten sonra, içimden “İşte geldi! O var! Başkaldıran ve uyaran Hamlet bugün de var! Yarın da var olacak! Sen hiç ölmeyeceksin Hamlet, çünkü beni uyaran, senin bugün de aramızda yaşadığını gösteren Hamxlet oyunu seni şimdi, hemen, artık dünyaya, şu aşağılık dünyaya bir kez daha çağırıyor, kısacası yeniden, yeniden yaşatıyor, yaşam veriyor sana!” diyerek kopardığım çılgın ve sessiz çığlıklarım yüzünden hiç söyleyemem. Şimdi o, “Ben varım!” diye haykırıyor işte, içimde, derinliklerimde bir yerlerde… Ve sahnede!
Dediğim gibi; Bizim Tiyatro’da, yılların deneyimli ve yorulmak, yılgınlık nedir bilmez, çünkü düşünen ve düşündüren oyuncusu (yönetmendir de elbette, ama ben özellikle “oyuncu” diyorum, çünkü o oyunculuğun doruklarına tırmanmış gerçek bir oyuncu) Zafer Diper’in yeniden düzenleyip yazdığı (özgün yapıttan aktarmalar da yaptığı) ve sahnelediği Hamxlet oyunu, gerçekte Shakespeare’in Hamlet’inden (bu oyunu onun yazmadığı bile söylenir) yola çıkarak insanlığa seslenen, çağımızın Hamlet’iyle ona can veren, insanı (izleyiciyi) yaşadığı şu “Tiksinti Çağı” üzerine düşünmeye ve dogmatikleşmiş, kokuşmuş, yozlaşmış yaşamsal gerçeklerin dışına çıkarak sorgulamaya çağıran kışkırtıcı ve uyarıcı bir seyirlik… Açıkçası geçmişte krallıkların toplumsal egemenliğinin çıkarcı, insanı sömüren ve susturucu gücüne karşılık günümüzde, çağımızın egemen ve benzer gücü haline gelmiş kapitalist düzenin körlemesine, dünyayı yok edici gidişi karşısında rahatsız olan insanın çırpınışını, korkularını, ikirciklenişini, kuşkularını, buna karşılık çıkış ve başkaldırı yollarını aklınca bulmaya çabalayarak aranışı… İnsan yaşamını; para ve çıkar uğruna kalıplaştırmış, yozlaştırmış, ahlâk ve yürek yoksunu, faşistleşmiş burjuva öğretileri içine hapseden kapitalizmin toplumsal uygulamaları karşısında bugününün, yarınlarının robotlaşan ürkünç ve karanlık gidişinden ürken insanın; sorgulama ve başkaldırı yollarını köleleşmiş insan aklına (yani izleyiciye) vurması! Evet, vuruşu… Çılgınca, delicesine vuruşu!
Hamlet’in sıra dışılığına ya da deliliğine binlerce yıldır alışıktır izleyici, yine de her izleyişinde yadırgar onu; çünkü Hamlet çağlar boyu var olmasına, “bizden biri” olmasına karşılık, karşımıza çıktığı anda birden tanıyamaz, şaşırırız yine de. Alışkanlıklarımızın, ezberlediğimiz ve edindiğimiz gerçeklik şablonlarının dışına çıkan bu “deli” bizi şaşırtır. Bu her çağda böyle olmuştur; Shakespeare onu sahneye taşımadan önce de (çünkü Hamlet, yazarından önce gerçekten yaşamış, masallaşmış, mitleşmiş bir kişiliktir) şaşırtmıştır varlığıyla; “yeni” olandan ve gerçeğin bulgulanan her yeni yüzünden ürken insan, şaşırmıştır karşısında onu görünce… Hamlet’in yüzü de bir tane değildir ki, çağlar boyu ortaya yeniden ve yeni bir biçimde çıkar. Her çağın Hamlet’i kendine özgüdür. Shakespeare’in Ortaçağ Hamlet’i gibi… İşte yönetmen Zafer Diper, bu gerçeği olanca çarpıcılığıyla vuruyor biz izleyicilerin beynine, yüzlerine… Haykırıyor! Yönetmen; “O var!” diyor, “İşte burada; Bu sahnede! Ama bizim gibi, bizden biri şimdi o artık…” İzliyoruz hayretle, gözlerimizi açarak, “Hamlet ha! Hem de kapitalist düzenin yozluğuna, sığlığına, sırıtan çirkin yüzüne, ahlâk düşkünlüğüne, aşk adına üzerimize bulaştırdığı bayağı erotizmine, para adına çevirdiği dolaplara, küresel sömürüsüne, insan ruhuna ettiği kötülüklerine karşı karşımızda, dipdiri ve capcanlı!” diyoruz. Kanlı canlı olduğu için de gizini çözemediğimiz, birden tanıyamadığımız, bilemediğimiz Hamlet bu! Karşısında şaşırıp kaldığımız X! Kim bu? Hamlet’e can veren Memetcan Diper, nasıl bir oyuncu? Nasıl da açılıyor gözlerimiz onu izlerken? Aklımızdaki tüm geçmiş Hamlet kalıplarının hiçbirine uymayan Memetcan Diper, yine de nasıl Hamlet’leşiyor sahnede? O alabildiğine sıra dışı; çünkü çağımızın Hamlet’i! Böyle olduğunu bize, oyun ilerledikçe büsbütün kanıtlayacak Memetcan, düzene başkaldırısını, düzendışı ve çağdaş çılgınlıklarına ustaca, “bilerek” taşıdıkça! Düzen; uluslar arası kapitalist şirketler, tekeller düzeni, Hamxlet-Memetcan böyle bir şirketin patronunun oğlu, bir veliaht-prens ve ölen babasının yerine geçecek! Ama geçemiyor çünkü amcası, onun annesiyle evlenip şirketin başına geçmiş. Dahası, babasını öldürerek becermiş bu işi. Buraya kadar her şey çağlar boyu oynanan ve krallıkları çekip çeviren “insanca kirli çıkar oyunlarına” ve Shakespeare’in krallık düzenlerinde vurguladığı “insanın karanlık yüzüne” uygun bir biçimde. Ama bundan sonrası, yani Hamlet- Memetcan’-ın babasının ölümünden kuşkulanıp amcasının onu öldürdüğü gerçeğine ulaşmasıyla gerçekten çığırından çıkıyor. Hamlet birden X’leşiyor, tıpkı geçmişte olduğu gibi; ama şimdi onun günümüze yakışır biçimde delirişi, belki de bilerek deli oluşu, deliyi “oynaması” yüzünden ansızın her şey anlamsızlaşıyor. Ya da anlam kazanıyor! Ama birden çözemediğimiz bir anlam bu; öyle ki, tam bir erkek olan X’in eşcinselleşmesi, paranoyaklaşması, tutarsız sözler söylemesi, kurulu düzenin alışılmış tutum, düşünce ve inanış kalıpları dışına çıkan davranışları, sevgilisine karşı yabancılaşması bir başkaldırıdan çok nöbet geçirmeye ya da delirmeye benzese de bu tutarsızlıklar karşısında “acaba bunlar neyin belirtisi?” diye düşünmekten alamıyoruz kendimizi. Ve çağımızın acımasız düzeni içinde “deliren, canına kıyan” insanları düşünüyoruz. Bu “düşündürmede”, kanımca Hamlet- Memetcan’ın sıra dışı oyununun (yoru-munun) etkisi büyük. Memetcan Diper, yönetmen ve otuz yıl öncenin sıkı Hamlet yorumcusu Zafer Diper’in oğlu; ancak o, babasının etkisinde kalmadan oyununa kendine özgü biçemini katmasını çok güzel beceriyor. Çünkü Memetcan Diper, kişiliğini bulmuş, çağını kavramış bir oyuncu. Gelecekte çok daha önemli, alışılmışın dışında yorumlar sergileyeceğini düşünüyorum. Hamlet-Memetcan’ın çok iyi iletişim kurduğu Ophelia- Ece Erişti de güç rolünün hakkını veriyor. Özellikle “günün genel geçer düşünce kalıpları içinde zaten düşünemeyen, Hamlet’in de kafa karışıklığını bu yüzden anlayamayan, ama aşkına karşılık bulamadığı, bu yüzden rezil olacağı korkusuyla gerçekten deliren saf genç kızı çok güzel yorumluyor. Durumunu “melodramlaştırmadan”, ama düzenin koruyucu-savunucu kişisi, “günü kurtaran” küçük adamı, korkak Polonius’un sımsıkı sarıldığı geleneksel ahlâk ve onurunun simgesi kızı olarak, utanç ve terk edilmişlik duygusu içinde kadınca ezilerek canına kıyışını çok güzel trajikleştiriyor. Onun bu içler acısı cana kıyış durumuna; çağdaş düzen çarkının kadınları kuklalaştıran, erotik köleye dönüştüren, budala ve şaşkın, acınacak zavallı eros oyuncağı yapan tutumuna başkaldırırken Ophelia gibi canına kıymış (ölmeyi istemiş) şarkıcı Janis Joplin’in çığlık atan şarkıları da eşlik ediyor. Aynı zamanda Hamxlet’in “ölümle dansına” da yol gösteriyor: “Özgürlük yalnızca kaybedecek bir şeyin olmamasıdır/ Hiçbir şey, eğer özgür değilsen, hiçbir şeyin yoktur…” Yaşamaktansa öl bu dünyada diyor sanki günümüzün gençliği; yani Hamxlet’in kederle altüst olan, acı çeken beyni…
Yönetmen Zafer Diper; Shakespeare’in oyunlaştırdığı Hamlet’in gerçekçi, çağlar ötesinden (ta Oidipus’tan) çıkıp gelen trajik çizgisinden sapmadan, her çağda kurulu düzenin çarkını döndüren gücün; yoz, çarpık bir ahlâk anlayışı üzerine oturmuş siyasal yapılanmadan kaynaklandığını apaçık sergilediği oyununda, kendisi de olağanüstü bir Polonius portresi çiziyor. Öyle bir portre ki bu; para için bu yoz düzenin çarklarını döndürmek adına bütün becerisini(!) ortaya koyan bu çağdaş “yönetici” tiplemesinde, NewYork’un brooker’larından takım elbiseli, kravatlı ve kurnaz, gözden sürmeyi çeken şirket müdürlerine, kartellere sırıtarak elpençe divan duran bürokrat ve siyasetçilerden (Polonius- Zafer Diper’i sahnede her gördüğümde nedense aklıma sırıtkan Blair, Sarkozy ve Putin geldi, gülmekten çatladım) parti başkanlarına (başka isim vermeyeyim) birçok kapitalist yalakacısı çıkıyor karşımıza. Ben kendi adıma, Polonius- Zafer Diper’e her bakışımda öbür kişilikleri göremez oldum. Öylesine çarpıcı ve düşündürücü! Çünkü aptal, kötü ve kurnaz kral (pardon, başkan patron) adına karteli ayakta tutan asıl o! Tüm küçük hesaplarıyla!
Kral Cladius (pardon, şirket patronluğuna soyunmuş başkan amca) ve kraliçe Gertrude (pardon, patronun her yönden açgözlü, doyumsuz, şehvet düşkünü karısı) rolündeki Savaş Özdural ve Elif İskender, rollerinin hakkını gerçekten verdiler. Kapitalizmin kösnül bir biçimde cinselleşen ve kuduran açgözlülüğünü tüm erotikliğiyle gözler önüne serdiler. Çağın ve düzenin gittikçe erotizm batağında soysuzlaşan değer yargılarını, yine de aşkın (ve cinselliğin; çiçek çocuklarının, solculuğun, 68 ruhunun, hatta Che Guevara’nın) duygusal, romantik varlığında yaşatarak kurtarmaya çalışan gençlerde oyuncular (Hamxlet’in arkadaşı ve dostluğun temsilcisi Horatio- Sezgin Cengiz, Barbara- Berna Küçükoğlu, Elizabeth- Beril Senva-rol) çok başarılıydılar. Hillary- Nazan Diper’se, ölçülü ve aklı başında oyunuyla Hamxlet’in “delirmesine” çok önemli öğeler kattı. Laertes- Cengiz Güleryüz’e gelince, şaşırtıcı ölçüde başarılıydı. Arkadaş çizgisinden Ophelia’nın tutucu ağabeyi çizgisine kayışı şahaneydi. Hamxlet’le düellosu da! Rosencrantz –Ali İhsan Bozdemir ve Guildenstein- Özgür Sağlık rollerine tam oturmuşlardı. Gülünçlü, kuklamsı ağırbaşlılıklarıyla düzenin ve Hamxlet’in sadık bendeleri olarak gerçekten izlenmeye değer portreler çizdiler. Bunda yönetmenin başarısının altını çizmek de gerek.
Son olarak; çağdaş protest müziğin (Janis Joplin’in) oyuna katılarak günümüzün genç kuşaklarının “bilinçli deliliğini”, aşka, cinselliğe, uyuşturucuya sığınışını, umarsız başkaldırısını ve ölümü aramalarını açımlaması yönünden çok uygun bir görünüm oluşturduğunu eklemeliyim. Bir de; Hamxlet-Memetcan’ın, Shakespeare’nin Hamlet’indeki ünlü mezar sahnesini bateri performansına çevirmesi önce beni yadırgattı (alışılmış olan ne kadar güçlü ) ama sonra düşündürdü. Evet; Hamxlet “güm güm de güm güm” çalıyor davullarını ve “bu çanlar kimin için çalıyor?” diyor sanki, ölüm için mi? “Olmak ya da olmamak ŞİRKETTE!” diyor Ham-xlet, ölümü çağırırken… Ben böyle düşündüm! İnsanların bu “Tiksinti Çağı”ndan kurtulmak için canlarına kıydıkları günümüzde, Hamxlet’in ölümü çağırması boşuna mı? Bütün korku-suna, tereddüdüne karşılık, çağlar ötesinden, kötülüğün üzerine yürümek ve babasının intikamını almak için öldürmeye kalkışması boşuna mı? Annesini (ve kendisini) cezalandırmak için ölmek istemesi… Bu kahrolası düzeni yaşatmamak, yaşadığını görmemek için! “Sen yanmasan, ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”
Kısacası; yazımın girişinde de belirtmeye çalıştığım gibi Hamlet her çağın “düşünce tragedyası”dır ve “Hamlet’in kendisi, çok yoğun duyguları ve tutkuları olmakla birlikte, düşünen bir adamdır her şeyden önce. (…) Bu düşünce adamının tragedyası, sadece içinde bulunduğu özel koşullardan değil, düşünceye düşman bir çevrede yaşamasından da kaynaklanır: Amcası Cladius düşünmekten korkar, annesi Gertrude ve sevgilisi Ophelia düşünce yeteneğinden yoksundur, Ophelia’nın babası Polonius hem düşünceden kuşkulanır hem de düşünemeyecek kadar akılsızdır, Ophelia’nın kardeşi Laertes düşünceyi hor görür…” (Mina Urgan; Shakespeare ve Hamlet, say 365) ve gerçekte; şu içinde yaşadığımız çağın da, çevrenin de insanları olan bu ölümsüz kişileri şaşırtıcı ölçüde büyük bir performansla canlandıran Bizim Tiyatro oyuncuları, gözlerimizin önüne günümüzün siyasal, toplumsal ve bireysel sefaletini sererek, izleyiciyi çağımız üzerine derin derin düşünmeye yönlendirmeyi başarmaktadırlar…
Yılın kaçırılmaması gereken bu önemli oyununu, en başta yazar-yönetmen ve deneyimli oyuncu Zafer Diper olmak üzere, bütün başarılı ekibiyle kutluyorum. Bu arada 30. sanat yılını kutlayan Bizim Tiyatro’nun genç ve çağdaş Hamlet’i, “düşünen ve düşündüren adam” Memetcan Diper’i, tüm dünya gençliğinin kısılan sesine aracı, müthiş bir çığlık, bilinç çığlığı olduğu için selâmlıyorum. Bu oyundan tek beklentimin; İngilizce’ye çevrilerek bu kadrosuyla dış ülkelerde de sahnelenmesi (örneğin Londra’da) olduğunu özellikle belirterek…
TANSU BELE/ OCAK 2011