DUVARLARI YIKMAK

                                             DUVARLARI  YIKMAK
         

Tansu BELE

Halk arasında tiyatroya “iki kalas bir heves” denilirdi; tiyatro oyunlarının meydanlarda ve izleyenlerin ortasında yapıldığı geçmiş dönemlerden kalma bir deyim miydi bu? Sanmıyorum; bana kalırsa daha çok, tiyatronun dış dünyaya kapalı sahnesine çıkıp izleyiciyle arasına duvar çektiği yıllarda söylenmiş bir söz olmalı. Başka türlü söylersem tiyatro, bütün sanatlar gibi diktacı devlet ve burjuva yönetim ya da üst sınıflar eliyle “kafese kapatılmış kuş”a döndürülüp, o kafeste yalnızca “ötme” yani marifet sergileme/ oyun döktürme işlevine sokulduğundan bu yana “iki kalas bir heves” biçimine girdi. Geçmişte halkın malı olan ve oyuncularının izleyenleriyle birlikte oynadıkları tiyatro, burjuva yönetim biçimlerinde ya da toplumları alt-üst sınıflara bölen ve sömüren baskıcı, emperyalist ya da faşist iktidar dönemlerinde “oyun becerisini” ve hünerlerini sergileyen uçmaya hevesli, ama uçması yasaklı kuşlar gibi kapatıldı mekânına; bütün sanatlar gibi… Artık oyuncu “bir heves tek ses” olup, sundu durdu marifetini karşısındaki suspus izleyicisine: Dans etti/ step yaptı, iki kalasın  müzikhole dönüştürüldüğü sahnenin derinliklerine ve erişilmez göğüne çekilip yukarılardan bir yerlerden, gökyüzü şarkıları söyledi, yapay aşkların acınası gözyaşlarını döktü. Ama uçamadı. Yaşamın ya da dış dünyanın gerçekleriyle boğuşan,  acıyı birebir yaşayarak ölümle yüzleşen ve pençeleşen izleyicisini, yarattığı ha-yal dünyasıyla avuttu, ona karanlıkta ninniler söyleyip masallarıyla uyuttu. “Bir demet umuttur tiyatro/ Ye Memet ye” diyerek… Ama özgürce hiç uçamadı! Dahası tüm sanatlar gibi; burjuvanın rahat, konformist kafesinde timsah sütüyle beslenip timsahın sahte gözyaşlarına ortak oldu! Ağladı ve güldü iki kalasın arasında, ama yalnızca kendisi için! Bütün marifeti, “heves”ini, yani kendi beceri-sini göstermek, kendisini sergilemekti. Tiyatro, orada içi boş, beyinsiz bir beden dilinden başka bir şey değildi artık; el ayak yüz mimik ve maskeydi yalnızca; ip üzerinde oynayan bir cambaz, sirk palyaçosu ya da kuklaydı! Haydi, canım sen benim için bir takla daha at, dilsiz izleyenler coşup alkışlasın! Gülüp eğlensinler azıcık, kopsunlar dış dünyanın acılarından! Yıllarca ve yıllarca işte böyle uyudu izleyici; uyuduk ya da uyutulduk hep birlikte, tüm dünya ve ülkem mışıl mışıl uyudu “iki kalas bir heves”in karşısında ve salonların karanlıklarına gömülerek, ta ki Shakespeare’den Brecht’e gelene dek. Yani Ortaçağ’ın karanlıklarını yırtan insan aklının ya da Shakespeare’le birlikte aydınlanan bilinçlerimizin düşünce ışıklarını eline geçiren burjuvazinin (liberalizmin) bir yandan da dünyaya mavi boncuk gibi dağıttığı bilim, sanat, din, adalet, özgürlük, demokrasi, ideoloji, insan hakları cicilerinin ve armağanlarının, yirminci yüzyılda birer aldatı, göz boyama ve sömürü aracına, giderek kargaşa ve ölüm silâhlarına, kıyım makinelerine dönüştürülüşüne tanık olana dek. Uyuduk ya da uyutulduk hep birlikte “iki kalas bir heves”in karşısında; ta ki Brecht bizleri derin uykularımızdan uyandırana dek.
     
     Çok iyi bir Shakespeare yorumcusu ve oyuncusu olan değerli tiyatro yönetmeni Zafer Diper’in izleyicisini “oynadığı oyununa” katan ve bu işi o “iki kalas”ın arasından çıkarıp gerçeğe dönüştürerek başaran yeni yapıtı “Savaştan Barıştan”ı (Bizim Tiyatro) izlerken işte bunları düşündüm. Evet; ben Zafer Diper’in bu son yaptığı, kotardığı işe “oyun” demiyorum, “yapıt” diyorum, çünkü bu seyirlik gerçekten de artık bir oyun değil, paylaşılan ve izleyicisiyle ortak kotarılan bir sanat yapıtı. Müzikleriyle, şiirleriyle, filmleriyle ve belgesel sinemasıyla… Dahası bizler onu  bir yandan izlerken bir yandan da birlikte oynuyoruz; katılıyoruz ona, tıpkı yaşamımızda olduğu gibi ortaklaşa gerçekleştiriyoruz, düşüncelerimiz, bilinçlerimiz, anılarımız ve aklımızla… Belleklerimizde yeni-den üreterek canlandırıp düşünüyoruz. Çünkü bu bizim oyunumuz ve bizim yaşamımız. Yaşadıklarımız: Çağımız, dünyamız, ülkemiz, tüm ülkeler, nice yaşamlar, yaşananlar… Kısacası gerçekler! İşte bu yapıtın özü bu: Çağımızı kuran yaşamın gerçekle iç içe kurgulanışı! Dahası izleyeni derin uykularından uyandıran bir bilinçlendirme ya da uyarı sanki bu yapıt. İnsanlık tarihinin daha önceki çağlarda hiç görmediği, yaşamadığı bir sömürü düzeninin, yirminci yüzyılda bizlere getirip dayattığı “demokratik” savaş, kıyım, öldürü biçimlerinin dev boyutlardaki yok edici güçleriyle çağımızdan fışkırıp geleceğimizin önüne dikilişi.

      Yapıt, faşizmin ayak sesleriyle başlıyor: Bir grup aydın-sanatçının, televizyon için hazırladığı “savaş ve barış” konulu program, kanallarca ilgi görmemiş-tir. “Çünkü  yayınlanması istenen konunun içeriği ve ele alınış biçimi kimi medya kuruluşlarını rahatsız etmektedir.” İşte bu noktadan, yani yapıtın henüz giriş bölümünden sanatın tüm dallarıyla nasıl toplumları ya da bizleri “yönlendiren” bir gücün elinde olduğunu, tüm sanatların “kafese kapatılmış kuşlar gibi” bir durum içinde bulunduğunu duyumsayıp düşünmeye koyuluyoruz. Bizi buna çağıran da, programın yapımcısı aydın-sanatçının ta kendisi: O (Zafer Diper)  soruyor bizlere, bir anlamda çıkarcı, sömürgen yönetim güçlerinin eliyle “yasaklanan” ya da susturulan bu savaş ve barış programı, acaba tiyatrodan topluma duyurulabilir mi? Bunun için ne ya da nasıl yapmak gerek? Belki de aydın-sanatçının kendisini de dönüştürüp izleyicisiyle ya da toplumla bir araya gelmesi ve çıkış yolunu birlikte bulmaları gerek! Yani tiyatro sahnesinin kendisini “iki kalas bir heves”e bağlayan o görünmez duvarları yıkması… Oyunu-nu, toplumla birlikte kotarıp gerçek yaşama taşıması! Burjuva koşullanmışlıklarının ötesine geçmesi! Ama bu bir devrimdir; çünkü “Yaşamla kaynaşmış bir sanatı ortaya koymak için, önce; burjuva sanat görüşlerini bir yana itmeliyiz.” (Ömer Nida, Halk-Sanat İlişkileri, say. 23). Bunun için ne yapmalıyız? Tiyatro, kendi “alışılmış” duvarlarını aşarak, müzik-şiir-film-belgesel, yani tüm sanat dallarıyla da dayanışarak yaşamın ya da çağımızın gelip dayandığı gerçekleri izleyicisine açmalı, paylaşmalı, tartışmalı. Bunları toplumla konuşabilip anlatabilmeli. Tıpkı Ortaçağ’dan akıl çağına geçerken oyuncunun (ya da sanatçının) yaptığı gibi) sahneden izleyici arasına inmeli tiyatro: İnsanı ya da savaşların ne-deni kapitalizmi ve onun uzantıları emperyalizmi, faşizmi orada sorgulamalı: Evet, bu bir devrimdir, çünkü bu, aydın-sanatçının “iki kalas” arasına sıkıştırılmış, kapatılmış sahnesinden çıkıp topluma ve halkın arasına karışması, onunla birlikte can bulması demektir!      
                   
    İşte yılların deneyimli oyuncusu Zafer Diper, bunu yapıyor. Çağının yaşamsal gerçekleri olan savaş ve barışı dile getirmesi yasaklanınca, o da bunları izleyicisiyle paylaşıyor ve onlarla birlikte sorguluyor! Bir filozof gibi! Sokrates’çe! Çünkü sahnenin ötesi sokaktır! Sahnesinin duvarlarını yıkarak, yani sahneden inip izleyiciyle konuşarak, savaş ve barış konusunda sorular sorup nedenleri için birlikte yanıtlar arayarak, insanın içinde bulunduğu durumu ona sorgulatıp paylaşarak, savaşın yaşanmışlıklarını, acı gerçeklerini görsel belgelerle kanıtlayarak, bu konuda “televizyon için hazırlamış oldukları bölümlerin yapılış aşamalarını, kurgulanan yer yer belgesel, yer yer o bölüm için çekilen filmleri de göstererek, dolayısıyla izleyiciyle birlikte aynı zamanda bir tartışma ortamı yara-tarak” (oyunun tanıtım broşüründen) tiyatroda bir ilki, daha doğrusu bir devrimi gerçekleştiriyor! Bunu da öylesine bir doğallıkla yapıyor ki, onun bir “oyuncu” olup “oynadığını” bile anlamak mümkün olmuyor! Sanki o da bir izleyici gibi, konuşuyor bizimle! Bir yandan da şiirler okuyor, yer yer uzman konuşmacılarla (yazar, siyasetçi, kültür-sanat insanı, öğrenci) belgesel film prog-ramlarında gözüküyor, sunuculuk yapıyor. Bu arada sahnedeki müzisyen (Haluk Çetin) anlatılar ve konuşmalarla ilgili müzikleri gitarıyla ve yetkin bir biçimde yorumluyor. Öyle ki neredeyse Nazım Hikmet, Oktay Rıfat, İsmail Uyaroğlu, Melih Cevdet Anday, Ataol Behramoğlu, Bertolt Brecht, sanki bir meydanda ya da kafede toplanmışız da, belki de bir zindanda kümelenmişiz de aramızda onla-rın şiirleriyle söyleşiyormuşuz gibi bizlere katılıyorlar; elbette çağımızın ya da yirminci yüzyılı sarsan faşist savaşların belgesel izdüşümlerinde bizleri düşün-düre düşündüre… Haluk Çetin Çanakkale’yi söylerken ona yüreklerimiz kanaya kanaya katılıyoruz, “Cellat” (şiir A. Behramoğlu) ipi çekerken Nazım Hikmet zindanlardan sesleniyor beyinlerimize, Yaşasın Nötron çığlıkları bu kıyım makinesinin emperyalizmin yeni cici oyuncağı olduğunu duyururken korkuyoruz, Osmanlı’nın savaştan başka bir işe yaramayan tarihi içimizi daraltıyor, Birinci Savaş’ta Mustafa Kemal’in ve Kurtuluş Savaşı’nda Kuvayı Milliye’nin kimliklerinde emperyalizme vurulan ilk şamarların sesini duyarken titriyoruz, ardın-dan ikinci savaş, ABD’nin yarattığı atom ve hidrojen bombaları ve suçsuz in-sanlar için Avrupa’nın göbeğinde kurulan fırınlar, soğuk savaş ve ABD’nin elektrikli sandalyede idam ettiği Rosenberg ailesi, Vietnam savaşı nükleer silâhlar ve 68 kuşağı; Çiçek Çocukları ve Türkiye’ye etkileri. Çiçek Çocukları’nın yok olup giden ya da yok edilen barış çığlıkları…

      
    Kısaca bu “yapıtı” izlerken savaş olgusunun insanlık tarihindeki kanlı ellerini ensemizde duyumsuyor ve soruyoruz: Barış ne zaman gelecek? Aslında bu sorunun yanıtını da yapıt içinde barındırıyor: Kitleler ya da izleyici, aydınlarla ve sanatçılarla, bilim insanlarıyla bir araya geldiğinde! Tiyatronun (ya da sanatın) faşist burjuva eliyle kurulan duvarları yıkıldığında! Bunu da sanatın en kitlesel aracılarından olan tiyatro başarabilir! Nasıl mı? Sistemin kölesi olmaktan çıkıp izleyicisiyle birebir buluşup elele verip kaynaşarak! Tıpkı Shakespeare’in oyunlarının sahneden çıkıp izleyicisiyle bütünleşmesi gibi (o çağda izleyici oyunu izlerken karışabilir, ortak olabilir, düşünce yürütebilirdi) ya da Brecht’in toplumla  bütünleşen, yaşamla kucaklaşan oyunlarında olduğu gibi! Duvarları yıkılacak tiyatro sahnesinde oyuncuyla izleyicinin yaşamsal gerçekliklerde buluşabilmesi olası mı? Bana göre bu işi ülkemizde başaran devrimci sanatçımız Zafer Diper gerçekleştirmiş bile! Kanımca  Zafer Diper öylesine usta bir oyuncumuz ki, aramızda dolaşırken de artık oyuncu değil bizden biri olduğunu duyurmayı başarı-yor, hem de hiç “rol kesip beceri sergilemeden” yapıyor bunu. İşte onun büyüklüğünün gizi de burada. Öyle ki “oyunun içine girip” onunla karşılıklı söyleşirken zamanın bile nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Oyun ne zaman başladı ve bitti, farkına bile varamıyoruz. Çünkü biz ondan sürekli  “oyuncu hüneri” bekliyoruz ama o bize yalnızca yaşamın sesini duyuruyor, gerçekleri gösteriyor ve onlar üzerinde bizleri düşünmeye çağırıyor. Bu arada kendisi aradan ustaca çekilerek! Haluk Çetin’e gelince o zaten öylesine doğal bir sanatçı ki, o güzel sesiyle şarkısını söylerken onu bizden biri saymamamız olası değil. Film götserilerinde rol alan konuşmacılar Nazan Diper, İclâl Karaduman, Tarık Köksal ve Memetcan Diper’i ve bu “ yapıta” emeği geçen herkesi kutlarken, Zafer Diper oyun ustamız ve Haluk Çetin müzik ustamıza saygılarımı sunuyorum. Henüz izlemeyenlere de “bir an önce bu seyirliğe gidip katılın, yaşamlarınızın nedenlerini, nasıllarını, en önemlisi de savaşların neden çıktığını sorgulamaya bir an önce başlayın! Çok geç olmadan! Dünyada iş işten geçmeden!” diyorum.

TANSU BELE/ 5 şubat 2012

 


 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir