Adı Çağdaş Olsun
Tansu Bele
"Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın/Göçtü kervan kaldık dağlar başında/Çağrışır tellallar inanmaz mısın?/ Göçtü kervan kaldık dağlar başında"
Yunus Emre yüzyıllar öncesinden işte böyle seslenmiş Anadolu halkına; onun derin uykularından uyanmaya bu sözlerle çağırmış. Peki; ta 1200'lü yıllarda Yunus Emre gibi Tanrı ve insan sevgisine "iman etmiş" bir şair, Anadolu'ya neden bu dizelerle seslenmek gereksinimi duymuş? Bence bu konunun üzerinde biraz durmak gerekir.
"Şairler dövüşür" sözünü kim söylemişti anımsayamıyorum. Ama sanırım çok doğru bir söz: Çünkü şiir, her çağda ve her yerde başkaldırının sesi, bayrağı olmuştur. Ne yönden gelirse gelsin her türlü haksızlığa, tutsaklığa, baskılara, yalan dolana, çıkarcılığa, cahilliğe, tutuculuğa, yobazlığa ve gericiliğe başkaldırıdır şiir; düşüncenin özgürlüğünden ve deviniminden yana en dürüst sanat türüdür. Özellikle ülkemizde şiirin yeri toplumun "haksızlığa isyan" çığlığının kaynağında (felsefesinde) gizlidir. İşte Yunus Emre'nin tüm şiirlerini dikkatle okuduğumuzda görürüz ki O, çağının ve belki de tüm çağların en yaman başkaldırılarından biridir. Bugünün deyimiyle "devrimci" de diyebiliriz O'na. Yaşamın acımasızlığına ve haksızlığına öylesine "aykırı" bir sestir çünkü onun şiiri…
Yine Yunus Emre'ye bir iyice bakarsak O'nun savaş açtığı en önemli şeyin "bilgisizlik/ cahillik" olduğunu görürüz. Yunus Emre; ta o yüzyılda bilgisizliğin (cehaletin) saplantılı düşünceden (dogmalardan), önyargılardan kaynaklandığını gösterir bizlere… Bunun (yani dogmatizm'in) en büyük dayanağı da dindir. Şair; Tanrı'ya inanmakla birlikte inanç adına yapılanları doğru bulmaz. Dinin "ritüel" (törensel, kuralsal, geleneksel ve siyasal) baskıcı, yaptırımcı ve yönlendirici yanını hiçbir zaman onaylamaz. Ondaki insan sevgisi ve İNSANCILIK (İnsancıllık değil; insandan yana olma/ hümanizm) her şeyden ağır basar. Bu zaten bir Anadolu geleneğidir: Her şey insanda başlar insanda biter. Bu yüzden Yunus'un çağdaşı Hallac-ı Mansur'un da Enel Hak" deyişi boşuna değildir. Batı'da Rönesans'a ve Aydınlanma Çağı'na ışık olan İlkçağ Anadolu bilgelerinin (doğa filozofları ve Antik Çağ) yolundan yürüyen Anadolulu mutasavvıfların ve Mevlânâ'daki dünyasal (dünyevi) sevgi ve hoşgörünün de temeli bu İNSANCILIĞA dayanır.
Yunus Emre; düşüncesinde dinin insanlara boyun eğdiren tabularını, önyargılarını, işlevsel ve törensel alışkanlıklarını yıkmış, inancı bütünüyle vicdana (ahlâka) ve sevgiye yüklemiştir. Bu dinsel dogmalara inanma ve "tapma"nın da yıkılışı anlamına gelir. Dolayısıyle İslam dininde Rönesans tasavvufla başlamıştır diyebiliriz. "Tasavvuf ehli" Yunus Emre, bu düşünce aşamasını şiir yoluyla açıklar. Düşüncenin (felsefenin) şiirle yoğrulması Anadolu'da Eskil Çağdan (Antik Çağ'dan) günümüze dek gelen bir gelenektir. Yunus şiiri insanı, aracısız ve kitapsız (kuralsız) olarak Tanrı düşüncesinin karşısında bir başına bırakır. Bu eşikte aklıyla, vicdanıyla baş başadır artık insan… Onu ne Kabe, ne Hac, ne oruç, ne namaz gibi "ritüeller" bağlar. Yalnız Tanrı'nın varlığı (dolayısıyla yaşam, insan ve evren) düşündürür. Tıpkı Rönesans düşünürleri (ya da Montaigne) gibi Yunus Emre de aklın (ve bilginin) insan için temel ve yaşamda en önemli yol gösterici olduğunu vurgular.
Ne yazık ki Avrupa'dan da önce ilkin Anadolu'da başlayan bu Rönesans Çağı, devletin egemenliğindeki dinin şeriatçı, siyasal, bağnaz, saplantılı, ezberci, kuralcı, yorumcu (nakil) ve yobaz gücüyle ezilmiş, din "ritüel" baskılarını devlet eliyle ve yüzyıllarca koruyarak tasavvufu ezmiş, Hallac-ı Mansur'ların derisini yüzmüş, Pir Sultan Abdal'ı, Yunus Emre'yi unutturmuştur. Belki de öldürüldüğü düşünülen Yunus ancak Cumhuriyet döneminde yeniden gündeme gelmiş, Sabahattin Eyüboğlu gibi çağdaş düşünürlerimizin çabalarıyla aydınlarımıza, halkımıza tanıtılmış, bütün dünyaya anımsatılmıştır. Oysa Batı'da (Avrupa'da) Rönesans; insanların dinsel baskılara ve kurallara boyun eğdirilmesine (doğa ve evren bilginlerinin öldürülmesine, Giordono Bruno'nun yakılmasına, Galilei Galileo'nun yargılanmasına) karşın yüzyıllarca sürmüş, insan aklının inanç önüne geçmesiyle Aydınlanma Dönemi yaşanmıştır. Tanrının varlığı ve sevgisi vicdanlara (ahlâka: Kant vb.) bırakılarak akıl, merak ve deney yoluyla dünyayı, doğayı, insanı araştırma yoluna girilmiş, "pozitif" bilimler yaratılmıştır.
Aydınlanma Dönemi'nin getirdiği, toplumu salt akıl süzgecinden geçirerek araştırma ve yeni baştan tanılama yöntemleriyle; toplumsal ve siyasal düzen de din kuralları dışına taşınmıştır. Batı (Avrupa); Anadolulu Doğa Filozofları'nın felsefeyi bıraktıkları yerden sürdürerek onu, Tanrı bilgisinin kuramsal (ve dogmatik) dayatıcılığı dışına çıkarıp deneysel matematiği, hukuku, adaleti, toplumbilimi, insanbilimi, yerbilimi, gökbilimi, kazıbilimi ve teknolojiyi aklın ışığında (ve düzyazıda) geliştirmiş, yöntemleştirmiş, yepyeni evrensel bulgulara, bilgilere, verilere ulaşmıştır. Dahası uzay ve yaradılış mitlerinin, dinsel kitapların dogmalarının ötesinde aklın ve bilginin en geniş, salt insana yaraşır, insana özgü boyutlarıyla bugünkü Batı uygarlığını yaratmıştır.
Oysa yine ne yazık ki Anadolu'da bugün bile süren (Platon'cu, Gazali'ci) saplantılı, kitap takıntılı, dogmatik ve önyargılı dinsel kurallar, alışkanlıklar, gelenekler ve salt törensel tabular insanlarımızın akıl yolunu tıkamakta, yaşamlarının doğal akışını durdurmaktadır. Bunun temelinde kuşkusuz yüzyıllarca süren din devleti egemenliğinin (çünkü İslam siyasal ve toplumsal bir dindir) etkisi vardır; ancak halklarının dinsel bilgilerinin de yi
ne yüzyıllarca süren eksikli, yanlış hurafelerle karışmış olup dini yarım yamalak ve yalnızca kuralcı yönüyle ezberlemelerine dayanmasının etkisi de çok büyüktür. Din; kitabını kendi dilinden okuyamayan halkın elinde bilgisizliğin kurbanı olmuş, Arapça bilenlerin "uydur uydur söyle" türünden dinsel yorumlamalarına kalmış, dahası toplumu bir arada tutup baş eğdirmek için kullanılan bir "tutkal" görevi görmüştür. İmamlar; Kuran'ın anlamını kendilerine göre yorumlamışlar, yalnızca din kuralları (ritüel) üzerinde durmuşlar, daha da kötüsü çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Nice din bilgini geçinen kişiler devlete yaranmak için çeşitli din yorumlarına dayalı tarikatlar, zaviyeler, cemaatler kurup bu yolda çalışmışlardır. Dinin bilim, bilgi, ahlâk yolu kapanmış, boş inançlara (ve büyülere) saptırılan, bu yolda korku ve sindirme aracı olarak kullanılan din ayetleri, halkın başının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi esip savrulmuştur. Batı'nın yaşadığı ve adına Ortaçağ denilen bu dönem; Anadolu halkları üzerinde korkunç baskılar oluşturmuş, kıyımlara yol açmış, ayaklanmalar ve başkaldırılar hep din aracı olarak kullanılmıştır. "Din elden gidiyor!" çığlıkları, isyanların yolunu açmıştır. Osmanlı'nın çıkarı için kullandığı din kılıcı, kimi yerde ve zamanda ona bile karşı dönmüştür. Din kurallarının ardına sığınan, bunları çıkarlarına kalkan yapan kişiler, bilgide (bilimsel yolda) Aydınlanma'nın önüne çıkmışlar, bu yüzden insanlar arası eşitsizliklerin (yoksulluk, yoksunluk vb.) gerçek nedenlerinin sorgulanmasının da önü kesilmiştir. Örneğin yüzyıllarca süren Anadolu ayaklanmalarında başrolü sürekli din ele geçirir, çoğu zaman da başkaldırıları devlet eliyle din yönlendirir ve dinsel yönlendirmeler halkın tepkilerini bastırır.
ne yüzyıllarca süren eksikli, yanlış hurafelerle karışmış olup dini yarım yamalak ve yalnızca kuralcı yönüyle ezberlemelerine dayanmasının etkisi de çok büyüktür. Din; kitabını kendi dilinden okuyamayan halkın elinde bilgisizliğin kurbanı olmuş, Arapça bilenlerin "uydur uydur söyle" türünden dinsel yorumlamalarına kalmış, dahası toplumu bir arada tutup baş eğdirmek için kullanılan bir "tutkal" görevi görmüştür. İmamlar; Kuran'ın anlamını kendilerine göre yorumlamışlar, yalnızca din kuralları (ritüel) üzerinde durmuşlar, daha da kötüsü çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Nice din bilgini geçinen kişiler devlete yaranmak için çeşitli din yorumlarına dayalı tarikatlar, zaviyeler, cemaatler kurup bu yolda çalışmışlardır. Dinin bilim, bilgi, ahlâk yolu kapanmış, boş inançlara (ve büyülere) saptırılan, bu yolda korku ve sindirme aracı olarak kullanılan din ayetleri, halkın başının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi esip savrulmuştur. Batı'nın yaşadığı ve adına Ortaçağ denilen bu dönem; Anadolu halkları üzerinde korkunç baskılar oluşturmuş, kıyımlara yol açmış, ayaklanmalar ve başkaldırılar hep din aracı olarak kullanılmıştır. "Din elden gidiyor!" çığlıkları, isyanların yolunu açmıştır. Osmanlı'nın çıkarı için kullandığı din kılıcı, kimi yerde ve zamanda ona bile karşı dönmüştür. Din kurallarının ardına sığınan, bunları çıkarlarına kalkan yapan kişiler, bilgide (bilimsel yolda) Aydınlanma'nın önüne çıkmışlar, bu yüzden insanlar arası eşitsizliklerin (yoksulluk, yoksunluk vb.) gerçek nedenlerinin sorgulanmasının da önü kesilmiştir. Örneğin yüzyıllarca süren Anadolu ayaklanmalarında başrolü sürekli din ele geçirir, çoğu zaman da başkaldırıları devlet eliyle din yönlendirir ve dinsel yönlendirmeler halkın tepkilerini bastırır.
Yunus Emre'nin yaşadığı 1200'lü yıllarda Selçuklu Devleti büyük bunalım içindeydi. Devlet kırsal kesim insanına yabancılaşmıştı; göçer Oğuzlar (ve Türkmenler) Selçuklu medreselerinin Sünni eğitimine karşıydılar, çünkü onlar İslâm'ı yüzeysel bir biçimde benimsemişler ve onu Ortaasya'dan getirdikleri Şamanizmle harmanlayarak Anadolu Aleviliğini yaratmışlardı. Kırsal kesim insanı, Şiilikten kaynaklanıp ondan da başka olan Aleviliğe yönelik din kültürü içinde Türkçesini korumaktaydı. Oysa Anadolu'daki Selçuklu kentleri Fars dili ve kültürünün etkisine girmişti. 1200'lerde Moğol akınının önünde Anadolu'ya akan Türkmen göçü sonucunda, vakıf arazilerinin özel mülkiyet niteliği kazanması sağlanmıştı. Bu arada tarım arazileri daralmış, köylüler işsiz kalmış, kıtlık baş göstermiş, devletin ekonomisi bozulmuş, yönetici-köylü-göçer çatışmaları başlamıştı. Kırsal kesimin huzuru kaçmış, devlete güven sarsılmıştı. Moğol yenilgisi sonucu (Kösedağ Savaşı 1243) merkez yönetim kırsal kesim üzerindeki denetimini toptan yitirdi. Bu kesim bütünüyle Aleviliğe yöneldi (Ahmet Yesevî etkisi). Başlayan isyanla birlikte (Babaîler: Baba İlyas, Baba İshak) Selçuklu Devleti, Alevi Türkmenleri öldürdü. Kalanlar da Kürt ve Zazaların arasına çekilerek kimlik değiştirdiler. Yunus Emre'nin (Hacı Bektaş Velî, Mevlânâ) yaşadığı bu çağ, Anadolu'daki Türk devletlerine başkaldırıların başladığı, aynı zamanda mezhep ve tarikatların yoğunlaştığı, bunların da kendi aralarında çekiştikleri, ahlakın yok olduğu çok karışık bir dönemdir ve arkası gelecektir. Osmanlı döneminde de süren başkaldırı olayları sürekli din eksenli olarak bastırılmış, örneğin 1500'lerde Anadolu'yu sarsan Şahkulu ve Celâlî (Alevî ve Kızılbaş) isyanları yine çok kanlı yok edişlere sahne olmuştur. Oysa bu baş kaldırıların temelinde yine devlet işleyişinin bozulması yatmaktadır: Din devleti olan Osmanlı yönetimi; hukuksal, sosyal, ekonomik yönden sarsılarak adam kayırmalarla, baskılarla, zulümlerle, rüşvetlerle yozlaşmaya başlamış, mezhep savaşımlarının birleşmesiyle Celâlî isyanlarının temeli atılmıştır.
Devlet kontrolü yitirmiş, çıkardığı ağır vergi yasalarına karşı ayaklanmalar başlamıştır. Osmanlı Devleti'nin teokratik (ve Sünni) yapısına karşı çıkan Anadolu halkı çeşitli şeyhlerin, pirlerin ve Dürzî eşkiyaların ardına takılmış, büyük kıyımlar yaşanmıştır. (Kuyucu Murad Paşa kıyımı en büyüğüdür: 65 bin kişi öldürülmüştür). Öte yandan iş bulamayan medrese öğrencileri (suhte ya da softa), asker sınıfından sekban ve leventler zorla toplanan vergilere karşı ayaklanmışlardır. Çiftçiler isyanlara katılmazken dirlikleri ellerinden alınan sipahiler, topraklarını terk edip dağa çıkan köylüler (Büyük Kaçgun olayı), işsiz kalan sekbanlar, yönetimden hoşnut olmayan paşalar, beyler de başkaldırmışlardır. Tımar sistemini bozan, tarımsal üretimi yok eden kıtlık, tarım ürünlerinin fiyatlanmasına ve kentlere büyük göçlere yol açan (özellikle Türkmenlerin Balkan'lara göçleri, sürgün edilmeleri), dahası mezhepler ve tarikatlar eliyle kışkırtılıp din yörüngesine oturtulan bu ayaklanmalar, Osmanlı'nın çöküşüne dek sürmüştür.
Cumhuriyet'in kuruluşu ve tekke, zaviye, tarikatların kapatılmasıyla rahat bir soluk alan Anadolu halkları, laiklik temelinde barışçıl bir döneme girmiştir. Ama bu kez de yabancıların güdümündeki, kışkırtılan ve yozlaşmış tarikatlarca aşiret düzeninin sürmesi yüzünden bilgisizliğin dibine batmış dinsel inançlar; bilgi, ahlâk, bilim yolu olmaktan çıkıp ortam yeniden Yunus Emre'nin yaşadığı çağdaki bağnaz, softa, gerici, biçimci ve baskıcı tutumuna geri döndürülmüştür. Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün laik tutumuna karşı ayaklanmalar başlamış dinin yüzyıllardır mezhepler, Tarikatlar (Sünnilik, Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Babailik, Caferilik, Nurculuk, Aczmendilik vbg.) eliyle halkı yönlendirmesi yeniden canlandırılmak istenmiştir. Dinsiz denilen Cumhuriyet'e karşı girişilen tarikat ayaklanmaları (Kürt aşiretlerinin, Şeyh Sait'lerin, Seyit Rıza'ların kalkışmaları, Menemen olayı vb.) yabancı ülkelerce desteklenmiş, aydınların ve laik halkın tepkilerine karşın öldürüler (Uğur Mumcu, Tarık Dursun, Ahmet Taner Kışlalı vbg.), kıyımlar (Sivas olayı) yaşanmış, iyice siyasallaştırılan ve yönetime ortak çıkmaya başlayan dinin emperyalist güçl
er elinde oyuncak olmasıyla da şeriat düzeni Cumhuriyet'i zorlamaya başlamıştır. Tıpkı Yunus Emre'nin yaşadığı çağda bozuk düzene karşı çıkanların yobazlarca (dini yalnızca adet, gelenek olarak görüp kullananlarca) sözümona din adına, gerçek hak ve inanç sahibi olanların yok edilmesi gibi bugün de ülkemize yeni bir "cahiliye" dönemi yaşatılmakta, olan bitenler ise Sünni-Alevi çekişmeleri içine çekilerek tarikatların, cemaatlerin çıkarcı ve Cumhuriyet düzenini yok edici rolleri gözlerden saklanmaktadır. Dahası Yunus Emre'nin yüzyıllar önce dile getirdiği gerçekler, doğrudan onun şiirlerinin yasaklanması, laik eğitimin bozulup yerine taş mektep-medrese benzeri Sünni baskılı, Arap kökenli bir eğitim sisteminin getirilmesi, Atatürk'ün gösterdiği bilim yolundan uzaklaşılması ve siyasal yönetimde Arap-şeriatçı hak-hukuk kurallarının aranması Anadolu'muzu yeni baştan yüzyılların gerisindeki Ortaçağ düzenine ve Ortadoğu'daki kargaşaların göbeğine çekmektedir. Bunda emperyalizmin olduğu kadar içerdeki dinci işbirlikçilerinin de payı büyüktür.
er elinde oyuncak olmasıyla da şeriat düzeni Cumhuriyet'i zorlamaya başlamıştır. Tıpkı Yunus Emre'nin yaşadığı çağda bozuk düzene karşı çıkanların yobazlarca (dini yalnızca adet, gelenek olarak görüp kullananlarca) sözümona din adına, gerçek hak ve inanç sahibi olanların yok edilmesi gibi bugün de ülkemize yeni bir "cahiliye" dönemi yaşatılmakta, olan bitenler ise Sünni-Alevi çekişmeleri içine çekilerek tarikatların, cemaatlerin çıkarcı ve Cumhuriyet düzenini yok edici rolleri gözlerden saklanmaktadır. Dahası Yunus Emre'nin yüzyıllar önce dile getirdiği gerçekler, doğrudan onun şiirlerinin yasaklanması, laik eğitimin bozulup yerine taş mektep-medrese benzeri Sünni baskılı, Arap kökenli bir eğitim sisteminin getirilmesi, Atatürk'ün gösterdiği bilim yolundan uzaklaşılması ve siyasal yönetimde Arap-şeriatçı hak-hukuk kurallarının aranması Anadolu'muzu yeni baştan yüzyılların gerisindeki Ortaçağ düzenine ve Ortadoğu'daki kargaşaların göbeğine çekmektedir. Bunda emperyalizmin olduğu kadar içerdeki dinci işbirlikçilerinin de payı büyüktür.
Bu bağlamda Menemen olayı yıllardır içimizde kanayan bir yaradır. Nedeni de irtica ve yobazlık dediğimiz toplumsal hastalığımızı bir türlü kökünden silip atamayışımızdır. Nasıl atalım ki; dinin en uydurma ve gözboyayıcı araçları olan cemaat/ tekke/ tarikat/ zaviyelerin bugün bile varlıklarını sürdürmeleri bu emperyalist kökenli irticanın en önemli, temel nedeni değil midir? Atatürk'ün kapatmasına karşılık tarikatların her türlüsü var güçleriyle toplumun içinde mayalanmaktalar, dahası siyasetimizi, insanlarımızı ve en önemlisi de gençlerimizi zehirlemektedirler. Dileğim odur ki bu kıyıma bir an önce son verilsin ve gelecek dönemlerimizin adı artık "Çağdaş" olsun!
Bu yüzden Yunus Emre'nin "Cennet cennet dedikleri" şiirini yasaklayan eğitim düzenini kınıyorum ve büyük şairimizi şu dizeleriyle anıyorum: "İLİM İLİM BİLMEKTİR:
İLİM İLİM BİLMEKTİR:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir
Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir.
Alıntı: Türk Dili Dergisi 157. Sayı, sayfa, 20
Türk Dili Dergisi: http://www.turkdilidergisi.org/