BİR  BİLİNÇLENME  ÖRNEĞİ: KÖY ENSTİTÜLERİ, TANSU BELE

     BİR  BİLİNÇLENME  ÖRNEĞİ: KÖY ENSTİTÜLERİ

TANSU BELE

1950’li yıllarda henüz bir ortaokul öğrencisiyken Varlık Dergisi’nde bölüm bölüm okumaya başladığım, Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ünü bir daha unutamadım. Kentli (İstanbullu) bir kız çocuğuydum; 6-7 Eylül olaylarını, 27 Mayıs’ları sıcağı sıcağına yaşıyor ve İstanbul’a Anadolu’dan göç olgusunun hızlanan, şiddetlenen, sancılı, ezici, kırıcı etkilerini birebir görüyor, izliyor, etkileniyordum.  Kafamda soru imleri biçimleniyordu: Demokrat Parti’nin Amerikancı varsıllık masalları düzdüğü o  yıllarda bizlere okullarda, ülkemizin “demokratik” kalkınmasından, Anadolu’nun güzelliklerinden, köylerinin doğasından söz ediliyor, köy yaşantısı övülüp duruyordu. Öyleyse  özellikle de üniversitede karşıma çıkan yoksul, binbir güçlük içinde okumaya çalışan köy çocukları ve Anadolu’dan İstanbul’a akın eden işsiz, eğitimsiz insanlar ordusu neydi?     
     “Bizim Köy”ün yazarı Mahmut Makal adlı genç köylünün, Anadolu köylerinin hiç de kitaplarda okuduğumuz gibi olmayıp tam tersine, geri kalmış, karanlıklar içindeki acınası durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuşu, beni altüst etmeye yetti. Dahası aklıma takılan bir başka neden de Mahmut Makal’ın 20 yaşında bir köy öğretmeni oluşuydu. Kendisi de yoksul bir köylü çocuğu olan bu kişi, onca olanaksızlık içinde nasıl okuyabilmiş de öğretmen olmuş, bir de kitap yazmıştı?  Köylülerimiz Makal’ın da anlattığı gibi bunca bağnaz, geri, eğitimsizse, bu gencecik yazar Türkçeyi nasıl böylesine düzgün ve olgun bir biçimde kullanabiliyordu? 
     Mahmut Makal’ın gizini ancak onun okuyup yetiştiği  Köy Enstitüleri’ni öğrendiğim zaman çözebildim. Daha doğrusu Mahmut Makal’dan yola çıkarak Köy Enstitüleri gerçeğini araştırmaya giriştiğimde… Türkiye’nin 27 Mayıs 1960 sonrası yeni baştan sancılı bir döneme girdiği yıllarda ve “köy ile kent arasına sıkışıp kalmışların başkaldırısı” olarak niteleyebileceğim sınıf-kimlik-toplum çatışmalarının ortasında, yıllar önce kurulup, 1948’de programlarının değiştirilerek 1954’de kapatılan Köy Enstitüleri’nin ne olduğunu, ne işe yaradıklarını, kuruluş ve yıkılış nedenlerini araştırmaya girişmek doğrusu o sırada kulağa saçma gelebilirdi, dahası bu konuda yazılanlar ya yasaklıydı ya da çok azdı. Ne yapabilirdim? Düşünüp taşındım ve öncelikle, bize okulda okutulmayan, Atatürk’ün Nutuk kitabına yöneldim ve Türkçenin arılaştırılması devrimini öğrendim. Sonra da Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu, Edip Balkır, Mehmet Başaran vb. yazarların yapıtlarına başvurdum. Sonuçta Enstitülerin mimarları Mustafa Necati ve İsmail Hakkı Tonguç’a ulaştım. Bir de Atatürk döneminin “Maarif Vekili” Hasan Âli Yücel’in; Cumhuriyet Devrimleri’mizin temel taşı çağdaş ve laik eğitimin yolunu açma çabalarına…
     H. Âli Yücel’in, Anadolu’daki yatılı bölge köy okullarından köy öğretmeni ve eğitmeni yetiştirme işine geçiş amaçlarını okurken gözlerimin yaşardığını çok iyi anımsıyorum. Çünkü ancak o zaman, eğitim birliğinin ve eğitimde devrimin anlamını ve önemini kavramıştım. Ayrıca kentlinin icadı uyduruk dil Osmanlıcanın yerine Anadolu insanının öz dili Türkçe’siyle eğitilmesinin yararını da… Yanı sıra kentlerde ve kasabalardaki öğretmen sayısına göre köy okullarında eğitimi yürütmek olanaksızdı. Kaldı ki köylerde yetişecek öğretmenlerin de, çevrelerine daha yakın olacakları gün gibi ortada bir gerçekti. Bu nedenle çocuğun eğitim için köyünden kopup kente taşınması yerine bulunduğu yörede eğitilmesi, dolayısıyla köylünün bağnazlıktan da, yabancılaşmaktan da  kurtulabilmesi için okulun da eğitmenin de köye taşınması gerekiyordu. İşte Köy Enstitülerinin kuruluş amacı buydu: Çağdaş ve laik eğitimi köylünün kendisine götürebilmek. Bu amaçla birlikte Mahmut Makal’ın dilinin gizini de öğrenmiş oldum: O; köy çevresinde çağdaş  dil eğitimiyle yetişmişti! 
      Bu noktada; “Türkçe eğitimin önemi” gerçeğini, ADD Bulancak Şubesi’nin 2000’li yıllarda yayımladığı , “Köy Enstitüleri” adlı kitaptan alıntılayacağım şu satırlarla biraz daha pekiştirmek isterim:
     “”(Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ) Aydınlanma’nın yol aldığı, ışık verdiği bir döneme girilmişti. Halkevleri oluşturulmuş, Türk Dil ve Tarih Kurumları kurulmuştu. Arap yazısı kapı dışarı edilmiş, Türkçenin yapısına uygun yeni bir abece yapılmıştı. Ama gene de bir yerlerde bir eksiklik, bir boşluk vardı. Yapılanlar olduğu yerde kalıyor, halka, özellikle ülke nüfusunun yüzde seksen beş-doksanının yaşadığı köye ermiyor, ulaşmıyordu. Başta Atatürk olmak üzere, devrim önderleri büyük sıkıntı içindeydiler. Abeceyi köye götürmenin, köylüyü okutmanın bir yolunun bulunması gerektiğini düşünüyorlardı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Mustafa Necati ulusal eğitimin kurumlaşması ve devrim ilkelerinin yurdun en uzak köşelerine dek uzanması için yoğun bir çaba içindeydi. (…) Halkın okutulması için çözüm yolları aranırken, Atatürk sorunu CHP Kurultayı’na götürür (1926). Önlemleri şöyle saptar: ‘Ulusal eğitimimizin yakın amacı, Türk abecesinin en kısa yoldan ve en kısa sürede yaygınlaştırılarak halkın, özellikle köylünün okutulması. Bunun için özellikle halkın okullara ısındırılması, okul olarak kullanılacak yerlerin hazırlanması, özverili, cumhuriyetçi, ulusçu yurttaşların yetiştirilmesi, insanımızın zihinsel, düşünsel ve bedensel yönden sağlıklı gelişimine özen gösterilmesi ve bunun, eğitimde sağlanması…’ (…) Ancak bu uyarının da yetmediği, yıllar geçtiği halde özlenen eğitimleşme ve okullaşma sürecinin başlamadığı, neredeyse ülke nüfusunun yüzde doksanının oturduğu köylerde iç açıcı bir devinimin, bir atılımın canlanmadığı gözlemlenir. Bu ikircikli durum, Cumhuriyet’in 10. yılına dek sürer. O yıllarda Atatürk çevresini yeniden sıkıştırmaya başlar. Sonuçta dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in başkanlığında bir ‘Köy Meseleleri Komisyonu’nun toplanması gündeme gelir. Üyeler arasında öğretmen İsmail Hakkı Tonguç da vardır. (Kuruluşlarının 60. Yılında Köy Enstitüleri, s. 60-62)
     Cumhuriyet’le başlayan eğitim ve dil seferberliği içinde, öğretmen okullarını da kapsayarak ülke tabanına yayılacak  ve Türk insanının aydınlanıp çağdaşlaşmasındaki en önemli rolü üstlenecek, en büyük yararı sağlayacak olan Köy Enstitüleri’nin sürdürülmeyip kısa sürede kapatılmasına gelince… Bunun üzerinde ayrıca durulabilir. Çünkü bu kapatılış öyküsünün siyasal ve toplumsal boyutları, artık geçmişe göre iyice su yüzüne çıkmıştır ve sonuçları da ülkenin bugün geldiği “geriye kayış” ortamında iyice belirginleşmiştir. Ben burada, 1998 yılında tanıştığım Mahmut Makal’la yaptığım söyleşiden kısa bir alıntı yapmak istiyorum:
T.B. : “…Türkiye’de 1923 yılında Cumhuriyet yönetiminin kuruluşuyla başlayan demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü dönemin dönemin, Atatürk’ün ‘imtiyazsız, sınıfsız bir kitle’ olarak tanımladığı Türk toplumunda ‘efendimiz’ dediği köylüye ulaşamamasını hangi nedenlere bağlıyorsunuz?”
M. M. : “Ulaşılmak üzereyken yönetimin tutumu değişti. Çok partili yaşam, Amerika’ya yanaşma, oy toplama belâsı… Köy Enstitüleri kapatıldı. Atatürk’ün yolundan dönüldü. Atatürk’ün ölümünden sonra birkaç yıl duraklama dönemi yaşadık. Sonra gerileme dönemine girdik. Yarım yüzyıldan fazla zaman geçti bu döneme gireli… Hâlâ koşar adım gidiyoruz geriye doğru! Köktenciler kök salmış. Kurtulur muyuz bilmem.” (Tansu Bele’nin ‘Bana Işığı Anlat’ kitabından. S.145)
     Köy çocuğu Mahmut Makal’ın nasıl olup da o arı duru Türkçe’yi kullanarak genç yaşında kitap yazdığını merak edişimle başlayıp, Köy Enstitüleri aşkımla yıllar yılı süren ve 1990’lı yılların sonuna doğru Mahmut öğretmenle  tanışmaya, onu anlatan bir kitap yazmama kadar giden araştırmalarım beni şu sonuca ulaştırmıştır: Köy Enstitüleri bağnazca, saplantılı ve karanlık nedenlerle kapatılmasaydı, bugün Anadolu insanının da Türkiye’nin de çehresi bambaşka olacaktı. Her yönüyle ilerlemiş, çağdaşlaşmış, sanayileşme evresini ulusal çıkarlarıyla bütünleştirmiş ve kalkınmış olacaktı. Bugün çağdaşlaşamamanın ve kafalarımızı yobazların ellerine gömmenin sıkıntılarını yaşıyorsak bunun nedeni, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasında yatmaktadır. Mahmut Makal örneği, benim gözümde köy çocuğunun eğitimle nasıl çağdaş Türk insanı olabildiğinin canlı kanıtıdır. Türkçeyi, her ne kadar yazdıklarını Yaşar Nabi’nin düzelttiği söylense de, aldığı eğitim sonucu düzgün bir biçimde kullanabildiğine de inanıyorum. Eğer böyle olmasaydı “Bizim Köy” yapıtından sonra yazdığı onca kitabında kullandığı Türkçesi yarım-yanlış olmaz mıydı? Köy Enstitüleri’nin bence en önemli başarısı da, dilini bile doğru dürüst konuşamayan köylü çocuklarını bunca sağlam biçimde eğitebilmiş olmalarıdır. Ben Köy Enstitüleri’ni bu yüzden inceledim, araştırdım ve yazdım. Acaba bu uygulamaya dönüş umudumuz olabilir mi, diyerek… Ancak görüyorum ki başımıza çöreklenmiş yobaz Osmanlı takımı, tüm Cumhuriyet kazanımlarını yok ettikten başka şimdi de Türkçemizle uğraşmakta ve Osmanlıcayı geri getirip Arap harflerine dönmek çabası içindedirler. Bunun için de eğitim sistemimizi altüst etmektedirler.  Çocuklarımız doğru dürüst okuyamıyor, yazamıyor artık. Çünkü Türkçe doğru dürüst öğretilmiyor. İstiklal Marşı’mızın Arapçaya çevrildiği bir ülke olduk. Eğer dilimiz bozulursa yeniden okuması yazması olmayan bir toplum durumuna düşeceğiz. Dolayısıyla da emperyalizmin bizi  iyice yok etmesi artık yakındır. Çünkü dilimiz vatanımızdır.
     Başkanlık sisteminin gündeme getirilip ülkenin yaşadığı tüm olumsuzlukların, gericiliklerin önüne çıkarılarak, toplumu uyuturcasına oylamaya sunulacağı şu günlerde, Nisan ayının “Köy Enstitülerinin kuruluşunu bir kez daha anımsamak ayı” olduğunu, gündeme getirmek istedim. Toplumumuzun bilinçlenmesi adına….
TANSU  BELE / Mart 2017

       

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir