ÖZGECAN I KİM ÖLDÜRDÜ?

8 Mart Kadınlar Gününün yeni anlamı üzerine bir deneme:

ÖZGECAN’I KİM ÖLDÜRDÜ?

 Tansu BELE

 Son yıllarda artan kadın cinayetleri toplumumuzu sarsmaya devam ediyor. Kadın-erkek ilişkilerinde gelinen cinnet noktası; artık iyice sokağı sarmış durumda. 2015 yılında başımızdaki gerici iktidarın mahalle baskısını gündeme getirebildiği bir ortamda yaşanan Özgecan olayı; bardağı taşıran damla oldu ve genç bir kızın bindiği takside önce tecavüze uğrayıp ardından da boğulup yakılarak öldürülmesi olayı, bu gidişle kadınların evden çıkmalarını da yasaklatır mı, diye artık düşündürmeye başladı. Kanımca bu noktada ilk sormamız gereken; kadınlar için böylesi karanlık günlerin yaşandığı bir dönemde, 8 Mart Kadın Emekçiler Günü’nü sevinçle kutlamanın bir anlamı olup olmadığı sorusudur.

 Evet; 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Uluslar arası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Alman Sosyal Demokrat Partisi önderi Clara Zetkin’in önerisiyle, 8 Mart Günü Kadınlar Günü olarak kabul edilmiştir ancak bu kabulün esas nedeni; 8 Mart 1857’de NewYork’taki bir fabrikada çalışma koşullarına isyan eden kadınların vahşice yakılıp öldürülmeleriydi. Bu kanlı günün unutulmaması için önerilen bir gündü 8 mart. Sonradan kadınlar haklarını elde ettikleri için kutlamaya dönüştürüldü ve sulandırıldı.

Bizde de ta 1921’de henüz ilk siyasal parti CHP bile kurulmadan Nezihe Muhittin adlı kadın hakları savunucusu sosyalist bir kadın, Kadın Hakları Fırkası’nı kurdu. Ama kadınların parti kurma hakları olmadığı için kapatıldı. Nezihe Muhittin 1923’te bu kez Kadınlar Halk Partisi’ni kurdu, o da aynı gerekçeyle kapatıldı. Bunun üzerine Türk Kadınlar Birliği’ni kuran Nezihe Muhittin, 1927’de Halide Edip’le birlikte seçimlerde milletvekili oyu aldı, ancak kadınların seçme seçilme hakları olmadığından seçilemedi. 1934’de Atatürk’ün kadınlara seçme seçilme hakkı vermesinden sonra bu hak kazanıldı. Yaşamı kadın hakları açısından büyük mücadele içinde geçen ve bir akıl hastanesinde sonlanan Nezihe Muhittin’i ben bir çeşit Türk Camille Claudel’i olarak anarım. O; Osmanlı döneminde camilerde kadın konferansları düzenlenmesi için Diyanet’e başvurmuş, fakat başarısız olmuştur. Bütün girişimleri reddedildiği gibi, seçimlerde ona oy çıkması üzerine rejimin sözcüsü Cumhuriyet Gazetesi; “Havva’nın kızları, meclise girip yılın manto modasını tartışacak” diye kadın hareketini alaya almıştır. Açıkçası Atatürk’ün Medeni Kanun’u yasalaştırmasından çok önce kentli kadınlarımız feminist mücadeleye başlamışlardı. Bu durum; 1950’lerde ve ötesinde hükümetlerin sağa kaymalarından sonra yeniden gündeme geldi. 1975’de BM Kadınlar On Yılı ilan edilip Kadın Yılı Kongresi yapıldığında Türkiye’den de akademisyen kadınlarımız katıldılar. Daha sonra Necla Arat’ın kurduğu Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde kadın hakları bilimsel feminizm açısından çeşitli yönleriyle ele alındı, çok sayıda etkinlik yapıldı. Bu arada 8 Mart Günü de kutlama günü olarak gündeme geldi. Ancak geçen yıllar içinde feminizm aşağılandı, 8 Mart’lar sulandırıldı ve kadınlara yönelik toplumsal baskılar azalacağına büsbütün arttı. Özellikle sağcı ve gerici iktidarların yönetimi ele geçirmeleriyle birlikte de kadın hakları iyice unutturuldu, 8 Mart’lar eğlence kutlamalarına dönüştü, bu arada erkek egemen toplumun kadınlar üzerinde kurduğu baskılar ise iyice çığırından çıkmaya başladı. Daha doğrusu kadınlara uygulanan toplumsal şiddet ve baskılar, hükümetin yanlış ve kasıtlı, tutucu ve kadın düşmanı politikalarından kaynaklanmaya başladı. Kentte de kırsalda da kadının erkek gözünde salt aşk objesi, satılık bir mal, cinsel nesne olarak görülmesi ve her türlü yoldan bu durumun isteklendirilerek özendirilip kışkırtılması siyasal olarak destek görür oldu. Dahası bu kışkırtma dünyada da gözlemlenmektedir: Artık tüm ülkelerdeki kadın hakları çekişmesi, aşk bazında cinsel üstünlük kavgalarına dönüşmüş gibidir. Feodal zihniyetli ve “kadına özgürlük veriyoruz” diyerek kafasına türban saran siyasetçilerimiz de, kuklası durumuna girdikleri küresel düzenin işleyişine uyarak kadınlara yönelik cinsel şiddeti azdırmaktadırlar. Taşıtlarda harem-selamlık uygulama isteklerinden tutun da okullarda mini etek yasaklamalarına dek her gün durmadan kadın cinselliğine dikkat çekilip erkeğin gözünde kadın aşağılanıyor. Kadına saldırı neredeyse hoş görülüyor. Şiddet bağışlanıyor. Dünyanın her yerinde durum aynı: Saldırıya uğrayan kadın mağdur ve suçlu! Kışkırtıcı ve azdırma nedeni! Bu nedenle erkek caniliğini hoş gören bu düzenin değişmesi için en başta bu küreselleşme sisteminin yıkılması gerekmektedir. Çünkü kadın cinayetlerinin temelinde küreselleşme denilen faşizm belası yatıyor. Bugün yalnız ülkemizde değil, tüm dünyada küreselleşme adı altında yükselen faşizm; feodal-dinsel-etnik toplum yapılanmalarını kışkırtarak kadınların ezilmelerine yol açıyor. Küreselleşme, özellikle geri kalmış İslam ülkelerindeki baskıcı töreleri, din kökenli yoz gelenekleri, bozuk mezhepsel tarikat düzenlerini kukla siyasal yönetimlerle besliyor. Ekonomik nedenlerle de bunalan erkekler hınçlarını kadınlardan çıkarıyor. Batılı kadınlar bile toplumsal ve siyasal haklarını elde etmiş olsalar da küreselleşmenin erkek egemen baskısından ve ensestten kurtulamıyorlar. Batı’da da kadınlar internette porno pazarlarında aşk köleleri olarak sunuluyor, hizmet (!) veriyor. Çocuklar da aynı kapsamda kullanılıyor. Kadınlar ve çocuklar, erkeklerin insafına kalmış durumdalar. Eviçinde ve evdışında da tüm dünyada artık kadın huzurlu değil. Çünkü hasta erkek egemen kapitalist düzen tüm toplumlarda giderek dünyasal bir baskı uygulama yoluna girmiştir. Bizim toplumumuz da bu hastalıktan payına düşeni almaktadır. Başta emperyalizmin öncüsü ABD olmak üzere Batılı ülkeler, II. Dünya Savaşı sonrası yıkıldığı söylenen faşizmi, küreselleşmeyle birlikte sürdürmektedirler. Kadını köleleştiren bakışaçısı; özgür(!) Batılı ülkelerde porno, kadın ticareti, kadının kendini pazarlaması olarak işbaşındadır. Bu bağlamda Türkiye’deki kentli kadının da kırsal kesim kadını kadar başı derttedir ve özgür değildir. Kentli kadınlar da okumuş eşleri tarafından dövülüyor, ayrıca kadın eğitimli olsa da evde oturmaya özendiriliyor. Ölüm; kentli kadının başında kol geziyor. Münevver Karabulut, Pippa Bacca, Özgecan Aslan vb. çok
sayıda genç kız sokak ortasında kaçırılıp öldürülüyor. Kocalarından boşanan kadınlar eşleri eliyle kurşunlanıyor. Çünkü benliğindeki “feodal derebeyi” imajı sürekli kışkırtılan ve erkekliği abartılıp şiddete yönlendirilen erkek, iyice dengesizleşip çarpılarak bir mal, bir nesne, bir koyun gibi gördüğü kadını boğazlamaktan çekinmiyor. Ne yazık ki aynı kafaya sahip kadınlar da bu durum karşısında “Kadın da kimbilir ne yaptı?” diyerek erkeklere yandaş olabiliyor. Ya da ensest ilişkilere boyun eğiyor ve susturuluyorlar. Kadınlar kırsalda da kentte de ekonomik nedenler yüzünden erkeğe köle olmak durumunda. Dahası kentte iş bulmak, yer edinmek için erkeklere öncelikle aşk sunmak durumunda. Şimdi artık sokağa çıkmak bile aynı kapsama girecek neredeyse. Çünkü iş ve toplumda yer edinmek olanağı, ancak erkeğin izninden yararlanmakla sağlanabilmekte. Aşk nesnesi, cinsel obje olmak ve toplumsal yaşamda yer kapabilmek için erkeğe yaranmak, yaltaklanmak işine kız çocuğu çok küçük yaşlardan alıştırılıyor. Evlilik de aynı bağlamda kotarılan bir iş. Bu durum, kırsalda kızların para karşılığında satılmalarına, giderek kuma olayına dönüşüyor. Sonuç: kentte de kırsalda da erkeğin gözünde cinsel nesne olan kadının ağzını açtığı anda şiddet görmesi, dayak yemesi hatta öldürülmesi! Kadınların canlarına kıyan erkekler yasalar açısından daha ağır biçimde cezalandırılmadıkça da bu durum değişmeyecektir. Kadın, devleti temsil eden hükümet eliyle desteklenmedikçe ve her konumda erkeğin arkasına konuldukça onun ekonomik gücüne ve can güvenliğine sahip çıkması düşünülemez. Atatürk; cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında kadınlarımızı toplumun yarısı saymış, yasayla kadın-erkek eşitliğini sağlamış, onlara eğitim ve meslek edinme özgürlüğünün kapılarını açmıştır. Oysa bugün ne görüyoruz? Küçücük kızlara tecavüz eden koca adamları, “Kızın da bu eyleme kendi rızasıyla katıldığı” gerekçesiyle özgür bırakan hakimler var. Her şeyden önce bu durum kınanmalıdır.

Çünkü bu; küreselleşmenin ve emperyalizmin kukla siyasetçilerimiz eliyle toplumumuzu getirdikleri cinnet noktasıdır. “Erkeğin ve erkekliğin dejenerasyonu/ soysuzlaşması” noktasıdır. İçine sokulduğumuz bu faşist ve kıyıcı düzenin değişmesi için, emperyalist küreselleşme yapılanmasının yıkılması kaçınılmazdır ve gereklidir. Böylesi faşizan bir dünyada 8 Mart’ların kutlanmasının da hiçbir anlamı yoktur ve kalmamıştır. Günde ortalama üç kadının öldürüldüğü bir ülkede 8 Mart kutlansa ne olur kutlanmasa ne olur? Aynı bağlamda bugün, söylenmesi gereken tek şey, kadınlarımızın erkeğe köle yaşantılarının değişmesi için önce cumhuriyetimizi bağnazlığa ve gericiliğe mahkum eden bugünkü yönetim biçiminin değişmesinin gerektiğidir. Bir an önce devletin yasal olarak kadınlara sahip çıkması konusudur. Ama o devlet nerede? Zaten var olan ancak uygulanmayan yasalar, kadınlar açısından daha etkin bir konuma getirilmedikçe burada kadın haklarından söz etmenin ne anlamı var? Burada 8 Mart’tan söz etmenin ne anlamı var? Kanımca küreselleşme dümeni 8 Mart’ların da anlamını yok etmiştir.

 Kadının çalışması yasalarca özgür iradesine bırakılmış olsa bile erkek:

“Çocuklarına ve bana bakmak için evinde oturmak zorundasın. Benim getirdiğimle yetineceksin. Namusun için eve kapan” diyebilecek noktaya getirildi. Peki; emperyalizmin pençesiyle kuklaya dönüştürülmüş toplumumuzda kadın ya da kız çocukları bir koyun gibi boğazlandıkça biz nasıl uygar olabileceğiz? Erkeklerin kadınlara bakış açıları ne zaman değişecek? Hiç değişmeyecek mi? Boşandıkları eşleri kadınları öldürüyor, kimsenin gıkı bile çıkmıyor. Hindistan’da bir kentte, otobüsün içinde bir kadına tecavüz eden çok sayıda erkeğe, yasalar da erkekler de ve kadınlar da arka çıkabiliyorsa… Tıpkı Özgecan olayında olduğu gibi… Ne yapmalıyız? Hindistan’dan ne farkımız kaldı? Nereye gidiyoruz? Bu gidişe dur demeyecek miyiz? “Oh oh, 8 Mart’ta tüm kadınlar özgürlüklerine kavuştu ya” deyip “This is a men’s men’s men’s world” şarkısını söylemeye devam mı edeceğiz? Bu öldürülere, tecavüzlere ve sapık erkek dünyasına sessizce katlanarak boyun mu eğeceğiz? Hiç umut yok mu? Ama bir yerlerde umut diye bir şey olmalı…

 Bugün çok karmaşık duygular içindeyim. Bir yanda toplumumuzu saran cinnet dalgaları, öte yanda Samsun’a doğru yola çıkan Bandırma vapurları.. Bir yanda boğazlanan kadınlar öte yanda giderek sokaklardan yükselen protest kadın çığlıklarına karışan protest erkek sesleri… Bir yanda iç güvenlik yasalarıyla kadınlarımızı ve herkesi ezecek, susturacak faşist uygulamalar , öte yanda daldıkları derin uykulardan, kadın derneklerinin çığlıklaşan sesleriyle uyanıp ayağa kalkmaya çabalayan binler, binler, binler…Bir yanda toplumu soyarak kendisine saraylar kuran yobaz, faşist, kadın düşmanı iktidar, öte yanda yokluklar içinde kıvranan milyonlar… Bir yanda kadın erkek demeden cinayetler furyasında tıpkı bir cadı kazanı gibi kaynayan ülkemiz, öte yanda “sayenizde erkekliğimizden utandık” diye pankart açan gençlerimiz… Bir yanımda yıllar, yıllar öncesinden suskun kadınlarımıza yol gösteren, onlara ses ve çağrı olan, bilimsel feminizmi ülkemizde tanıtıp kadın derneklerinin yolunu açan Cumhuriyetimizin aydınlık yüzü, cumhuriyet öğretmenim Necla Arat, öte yanda gericilerin bataklığında kıvranan aldatılmış, kandırılmış kadın çehrelerinin karanlıkların içine çekilen ve boğulan sesleri… Bir yanım uçurum, öbür yanım demir dağlarla çevrilmiş. Demir dağlar dayamış ülkemin bağrına hançerlerini, uçuruma sürdü sürecek. Bir yanda “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, yok mudur kurtaracak bahtı kara annesini?” diye feryat edenler, öte yanda “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, bulunur kurtaracak bahtı kara annesini” diye seslenen binler, binler, binler… Ve benim, tıpkı Özgecan gibi yüreğim, beynim, her yanım yanıyor.

Ah bu kadın cinayetleri! Dur durak bilmeden, alıp başını giden cinayetler, cinayetler… Hayır, böyle olmamalı. Bir yerlerde umut diye bir şeyler olmalı. Bir yanımız karanlıksa öbür elimiz aydınlığa uzanmalı. İki eşliliğin bile kadınlar tarafından savunulduğu toplumumuzda bütün bu umutsuz durumlara karşın yine de erkek sapkınlıklarına başkaldıran kadınların varlığı bize güven duyurmalı. Bu amaçla ölmeyi bile göze alanları düşünmeliyiz. Eskiden kadın dayak yer, susar otururdu. &
ldquo;Kocamdır, sever de döver de” diyerek. “Feminizm de neymiş? Ben erkek düşmanı değilim” diyerek… Şimdi dayak yiyen kadın ölümü göze alıp boşanıyor. Küçücük kızlar, kendilerinden çok yaşlı erkeklere satılmaya karşı çıkıp canlarına kıyıyorlar. Bunun için biz kadınların mağdur kadınlarla dayanışma içinde olup ezilenlerin yanında toplumsal mücadeleye girmemiz galiba tek çıkar yol. Bu kıyıcı ve faşist, feodal dinci derebeyi kafalı sapık erkek düzeninin değişmesi için elbirliğiyle savaşmamız kaçınılmaz bir durum. Unutmayalım; tüm savaş tehditlerine ve silahlarına karşı, insanları ölüm korkutmaz ama her türlü açlık korkusu korkutur. Kadınlar da erkekler de savaşlarda ölmeyi göze alırlar; yaşamak ve insanca yaşamak ve aç, çıplak, yalnız başına kalmamak için… Ölüm bile vız gelir aç ve çaresiz olana! Çaresiz kadınlarımızın çaresi olmaya çalışmak biz eğitimli, okumuş ve aydın kadınlarımızın boynumuzun borcu olsun. 8 Mart’ların şimdilerde bir anlamı varsa, kaldıysa; bence yalnızca budur. 

TANSU BELE
Mart 2015

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir