SANATTA TÜRK KADINI VE ATATÜRK
Kadınlarımız deyince aklımıza Cumhuriyet kuşağı kadınlar geliyor. Çünkü Atatürk’ ün eseri cumhuriyetimiz, kadınlarımız açısından mucizeler yaratmıştır. Kadının eğitime ve topluma açılımı, cumhuriyetle birlikte başlamıştır. Aynı biçimde sanatçı kadınlarımızın yetişmesi cumhuriyetle birlikte büyük bir ivme kazanmıştır. Resim, müzik, heykel, edebiyat vb. sanat dallarında kadın sanatçılarımız, 1923’lerden bu yana toplumumuzda inanılmaz bir yoğunluk kazandılar. Bunun nedeni de yine, Atatürk’ün Türk kadınına sağladığı toplumsal özgürlüktür. Başka bir deyişle kadınlarımız arasında cumhuriyet öncesinde de şair, yazar olanlar vardı. Örneğin ta 15. yüzyılda, Amasya’da yaşayan Mihrî Hatun, ilk Türk kadın şairlerindendir. Kendisi de bir şair olan babası kadı Mehmet Çelebi bin Yahya, Mihrî’ye kaside ve gazel yazmayı öğretir. Mihrî; Sultan II. Bayezid ve oğlu Şehzade Ahmed’in Amasya valiliği sırasında kentte toplanan bilgin ve sanatçıların toplantılarına katılmıştır. Hiç evlenmemiş, aşklar yaşamış, başka divan şairi kadınlardan, aşkı çekinmeden kullanmasıyla ayrılan bir kadın şair konumuna gelmiştir. Denebilir ki Mihrî Hatun, bizim George Sand’ımızdır. Bu örneğe başka kadınlarımız da katılabilir. Kim bilir, aralarında ressam ya da heykeltıraş olanları bile vardı. Ancak müzikte biraz öne çıkanlar belki olabilmiştir. Ama kitap ya da oyun yazdıklarını hiç bilemiyoruz. Ama “istisnalar kaideyi bozmaz”, toplumun kendine özgü geleneklerini, tek tek örnekler aşamaz!
Mihrî Hatun gibi örnekler dışında kadınlarımız, yüzyıllarca gelenekler içinde sımsıkı kuşatılmış olarak toplumsal yaşama açılmadan yaşadılar. Roman, öykü ya da tiyatro oyunu yazmak bir yana, sahnede oyunculuk yapmaları da kesinlikle yasaktı. Çünkü Türk kadınının sahnede oynaması yasaktı. Ancak Cumhuriyet’e doğru Afife Jale’nin sahneye çıkmasıyla bu yasak delinmiştir. Atatürk döneminde ise kadınların toplumdan, sanattan, siyasetten soyutlanması (tümüyle değilse de) çoğunlukla aşılabilmiştir. Toplumun kadına sığ bakış açısı ancak sanat yoluyla aşılabilir bir gerçekken, kırsal kesim kadını bugün de aynı sığlık içinde çırpınmaktadır. Çünkü kadının özgürlüğünü haykıran sanat (ve tiyatro) büyük ölçüde ona uzanamamaktadır. Kadın yalnızca düğünlerde “oynayan” ama onun dışında, hiçbir alanda düşüncesiyle oynayamayan biridir! Köylerimizde tiyatro olup da kadın sahnede oynasaydı böyle mi olurdu?
Cumhuriyet Dönemi öncesinde yalnızca ekalliyet (Rum, Ermeni vb. ) kadınlarımızın tiyatro sahnesinde oynamalarına izin varken, Türk kadınının yer alması söz konusu bile değildi. Ancak Darülbedayi adıyla (Şehir Tiyatroları) kurulan tiyatroda, Bedia Muvahhit’in sahneye çıkışı ve İzmir’de Atatürk’ün karşısında oynayışı bu yazgıyı bütünüyle değiştirecektir. Eski Fasulyeciyan Tiyatrosu’nun değerli oyuncularından Kınar Hanım’la birlikte oynamaktadır Bedia Hanım; Atatürk onlara Anadolu’da turne yapmalarını önerir. Amacı her alanda olduğu gibi sanatta da kadınlarımıza yer açmaktır. Çünkü Atatürk, sanatın tüm dallarında olduğu gibi tiyatronun da önüne dikilen setlerden hiç hoşlanmadığını çok iyi bilir. Sanatın işlevi insana dönüktür; yani bireyle ve toplumla yüzleşmek ister. Kadın ise Atatürk’ün deyimiyle “toplumun yarısı” olduğuna göre onun da “insan olduğunu” görmesi ve topluma göstermesi en doğal hakkıdır. Sanatın kendini gördüğü aynasıdır insan; bunun da en açık göstergesi tiyatrodur. Kadın sahneye çıkacak ki kadın haklarından söz edilebilsin… Sanatçı kadının toplum içindeki değerini, şair Ece Ayhan “Kınar Hanımın Denizleri” adlı şiirinde şöyle anlatır:
Bir çakıl taşları gülümseyişi ağlarmış karafaki rakısıyla/ şimdi dipsiz kuyulara su olan Kınar Hanım’dan/ düz saçlarıyla ne yapsın şehzadebaşı tiyatrolarında şapkalarını/ tüketemezmiş hiç/ İşte kel hasan bu kel hasan karanlığı süpürürmüş/ ters yakılmış güldürmemek için serkldoryan sigaralarıyla/ işte masallara da girermiş polis o zamanlardan beri sürme/ kirpiklerini aralayarak insanları çocukların/ Ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri olurmuş hep/ gibi bir üzünç sökün edermiş akşamları ağlarken kuyulara Kınar Hanım’ın denizlerinden.
Kanımca Atatürk’ün kadınlara verdiği yasal haklar, devrimlerin en önemlisidir; çünkü kadın olmadan toplum düşünülebilir mi? Dahası düşünen, üreten, yaratan kadın erkeğin en büyük bütünleyicisi; onu yalnızca erkeğe hizmetli bir doğurgan olarak görmek, erkeğin dünyasını da eksikli kılmaz mı? Kadın açısından sanat yapmak, yaşadığımız dünyaya anlam katmak demektir. Böyle olmasa tüm romanların kadın-erkek ilişkileri üzerine kurulmasının anlamı nasıl açıklanabilir? Kadın, erkeğin yüzüne tutulan bir ayna olacak ki erkek kendini görebilsin, tanıyabilsin… Erkek kendini bu aynada tanır: Doğrularını, yanlışlarını, güzelliğini, çirkinliğini, erdemini, zulmünü, yüceliğini, zavallılığını orada görür. Çok yönlü bir düşünür (dahi) olan Atatürk bu gerçeği de görmüş ve kadını tiyatro sahnesine çıkarırken bu “ayna işlevini” mükemmel bir biçimde çözümlemiştir. Çünkü Tiyatro, tüm sanatlardan daha hızlı ve etkili bir biçimde topluma ulaşır. Yeter ki ona mekân ve zaman bulunabilsin. Ortam ve olanak yaratılsın. Dahası tiyatro; tüm sanatlar içinde en eleştirel olanıdır: Hicivdir, mizahtır, komiktir, trajiktir ve trajikomiktir! İnsan, yaşamın birebir kendisi olan ironiyi sahnede tanır. Ayrıca tiyatronun modası geçecek gibi değildir; çünkü onun kaynağı insanın içindedir. Tıpkı yaşamın birebir kendisi gibi… İnsan, kadınıyla erkeğiyle “oynayan” bir varlık, sahnesi de dünya! Bu sahnede erkek tek başına değil, çünkü oynamak için kadına gerek var! Birlikte, insan insana! Sinema dahil tüm sanatlar güçlerini tiyatrodan alırlar. Bunun en açık kanıtı ilk çağ tragedyaları ve Shakspeare oyunlarıdır. Öykünün, romanın da babasıdır Shakspeare, Boccaccio’da onun temelini bulmak kaçınılmazdır. Gelmiş geçmiş en büyük oyuncu, Cervantes’in Don Kişot’u değil midir? Dulcinea’ya olan aşkıyla var olan Don Kişot!
İşte tüm bu nedenlerle tiyatronun toplumdan, halktan koparılması nasıl olanaksızsa, kadının da toplumda, yaratıda, düşüncede yer almasını engellemek olanağı yoktur. Bu gerçeği bilen Atatürk; tüm alanlarda olduğu gibi tiyatro sanatında da kadına yol vermiş, özellikle kadının sahnede yer almasını şart koşmuştur. Bütün sanatlar şöyle ya da böyle koşullanabilse de tiyatro, bütün koşulları aşıp giden, engel tanımayan bir sanat dalıdır. Tıpkı kadının özgürlüğü gibi… Kadınlarımız, özellikle de sanatçı kadınlarımız bu gerçeğin toplumumuzda görülmesini ve açımlanmasını Atatürk’e borçludurlar. Dünya bir yana, ben bu yılki tiyatrolar gününü Türk kadınının çağdaşlığına ve geleceğine adıyorum. Atatürk’ün ışıklı yolunda yılmadan ilerleyecek olan tüm kadınlarımıza!
TANSU BELE / 26 mart 2013