Seyirci olmak

GÜNDEDÜN

İstanbul Oyunlarına Mektuplar

Tevfik Yalçın


Seyirci Olmak

Tiyatroyla, seyirci olarak; ilk kez beş yaşında ,1951 yılında Kayseri’de karşılaştım. Babam ve arkadaşları; Devlet Demir Yolları’ndaki görevlerinden arta kalan sürelerde, yöneticilerinin onlara sağladığı tüm maddi ve moral olanaklarla amatör tiyatro yaparlardı. Çoğu büyük kentlerde yetişmiş bu insanlar; Devleti kuran babalarından aldıkları o büyük mirası; kültürel ekonomik, ve teknolojik olarak geliştirme ve yüceltme uğraşma çabalarını yılmadan sürdürürlerken; sinemanın yeterince yaygınlaşmadığı bir ortamda, tiyatro topluluklarının yılda bir kez uğradığı bu Anadolu kentinde tüm zorluklarına karşın bu konuda da işin kendilerine düştüğünün bilincindeydiler.
Yıllar sonra daha net anımsadığım o ilk seyirciliğimde, annem ve babam o gece; beni oyuna götürmek konusunda kendi aralarında uzun süre tartıştılar. Annem “… sıkılır, rahatsız eder ” diyor ve tiyatroya gitmemi istemiyordu. Babam “bir şey yapmaz, görsün, götürelim…” diyordu. Babamın dediği oldu. Beni o akşam Kayseri Devlet Demir Yolları (Demirspor) lokalinde oyuncusu, yönetmeni ve tüm teknik elemanları demiryolculardan oluşan oyuna götürdüler.

Bu salonda pek çok düğüne geldiğimiz için; kalabalığı hiç yadırgamadım. Yine her zaman olduğu gibi oyundan önce; o genzimi yakan gazozlardan bir şişe elime tutuşturuldu. Gazoz şişeleri o zamanlar bana öylesine büyük gelirdi ki; tümünü içememek, şişede bırakmak bir çocuk olarak beni çok üzerdi, kendimi yetersiz görmeme neden olurdu.

Herkes salona itişerek girmeye başlayınca; beni elimden tutup, öndeki sıranın ortalarında bir yere oturttular. “Uslu durmamı, gürültü etmememi ve hiç konuşmamamı..” tembihlediler. O an salon öylesine büyük görünmüştü ki gözüme; bunca kalabalıkta benim ön sırada oturma hakkımın nereden doğduğunu çok sonraları anladım. Babam oyunun yönetmeniydi, annem kuliste ona yardımcı oluyordu ve bu nedenle ben ön sırada ve yalnızdım. Salondaki o öne arkaya açılıp “şap” diye kapanan maroken koltuklarda orta noktayı bulmak ve arkaya kaykılmadan oturmak için oldukça uğraştım.

İlk şaşkınlığım; salondaki ışıkların sönmesi ve açılan sahne perdesinin arkasında insanın gözlerini kamaştıran bir aydınlık içinde; pırıl pırıl, dayalı döşeli bir evin karşıma çıkmasıydı. Büyükler susmuş, konuşan çocuklar da sertçe susturmaya çalışıyorlardı. Beş yaşında bir çocuk olarak; hiç tanımadığım bir ortamda ilk kez kendimle baş başa kalmıştım. Biraz korktum, biraz şaşırdım, birazda oracıkta büyüdüm.. Açıkçası; özgür oldum, artık ben bir tiyatro seyircisiydim.

Salondakilerin susmak için harcadıkları o büyük çabanın arkasından; topluca ve biraz gürültülü bir tavırla gülmelerine, kahkaha atmalarına bir anlam veremedim. Bana göre sahnede gülünecek bir şey yoktu. Bu duruma çok kızdığımı anımsıyorum. Kızgınlığımın nedeni; onlar gibi olamamaktan kaynaklanıyordu. Büyükler gibi, o havalı gazozların tümünü içemeyişim gibi..
Yine ara sıra salondakilerin iki ellerini birbirine vurarak gürültü çıkartmaları beni çok şaşırttı. Ben de denedim. Ne onlar gibi ses çıkartabiliyordum, nede; ne zaman başlayıp, ne zaman duracağımı biliyordum. İki elimi birbirine vurup, yeniden uzaklaştırıp yeniden birbirleriyle kavuşturup o “şak..şak..şak..” sesini çıkarabilmek; karanlık salonda benim için çok zor oluyordu. İlk seyirciliğimde alkışlamayı pek beceremedim.

Birden perde kapanmaya başladı ve arkasından çok kuvvetli bir alkış koptu salonda.. Oyunun birinci bölümü bitmişti. Işıklar yandı çocuklar girişteki gazoz büfesine doğru uçar adım koştular. Yerimden kalkıp kalkmamaktaki kararsızlık anımda; annemin sıcak ellerini, ellerimde buldum. Yalnızlığım bitti, küçüldüm ve yine beş yaşındaki çocuk oldum.

Bu ilk seyirciliğimde; sahneden çok, salonu tanımak, kendimi tanımak, benim için oyundan da, oyunculardan da önemliydi. Anımsadığım kadarıyla; benim sahnede gördüklerimle, annemin babamın gördükleri birbirini tutmuyordu. Oyundaki o yaşlı kadının, erkek olduğunu, dahası; arkadaşımın babası Rafet Bey Amca olduğunu bir türlü bana anlatamadılar ve inandıramadılar.

Yıllar sonra ilk profesyonel oyunu; on iki yaşımda, İzmir Devlet Tiyatroları’ndan seyrettim. Oyunun adı POLYANNA. Bu kez şaşkınlığım; tiyatro salonunun özenine ve güzelliğineydi. Oyuna, Buca Ortaokulu öğrencileri olarak, okul yönetimince götürülmüştük. Anımsadığım kadarıyla; tiyatroda nasıl davranmamız gerektiği konusunda, öğretmenlerimiz bize açıklamalarda bulunmuşlardı. Bu kez alkışlamada hiçbir zorlukla karşılamadık. Çünkü; balkonda yalnız başına oturan bir bayan, oyunun neresinde alkışlanması gerektiğini çok iyi biliyordu. O alkışlamaya başlayınca bizde alkışlıyor ve o durunca, bizde alkışlamamızı kesiyorduk.

Bu ikinci seyirciliğimde; salondan, biraz içim burkularak ayrıldım. Oyundaki ki erkek çocuğu kıskandım ve Polyanna rolündeki kıza aşık oldum, yıllarca kimseye belli etmeden gizlice sevdim. Final sahnesinden öylesine etkilendim ki; koltuk değnekleri olmadan o sahneyi kendime oynamayı alışkanlık edindim. Elimde olmayarak insanları ikiye ayırıyordum; Tiyatro yapanlar ve yapmayan insanlar.

Matematik öğretmenimiz Şinasi Bey, başka okullarda ders veriyordu. Özellikle Polyanna rolünü oynayan o kız çocuğunun okula gideceği zaman; bunu bize bir övünç olarak duyurur, biz tiyatro yapmayanlardan uzaklaşmasını başka bir mutluluk, kendisi için bir ayrıcalıkmış gibi gösterirdi. O anlarda matematik öğretmenimin yerinde olup polyanna’ya Ders vermeyi çok isterdim.

Babamın mesleği gereği uzun süre; ara istasyonlarda, dağ başlarında ve köylerde yaşadık. Ben köyde hiç tiyatro seyretmedim.

1961 yılından sonra Balıkesir’de Çadır Tiyatrolarına dadandım. Önceleri yaşımı soracakları korkusuyla tiyatroya girerken çekinir, çok korkardım. Anladım ki gömleğinizin iki düğmesini çözüp, boynunuza da mendilinizi kıvırarak bağlayıp, ayakkabılarınızın ökçesine de basınca; kimse sizin yaşınızı soramaz. Birde bileğinize meşinden yapılmış külhan işi bileklik taktınız mı; üstelik saygıda görürsünüz. Beş lirayı da verince tiyatronun kapıları ardına kadar açılır size..

Çadır Tiyatrolarının, tiyatro olmadığını çok çabuk anladım. O tip tiyatrolardan bir daha geri dönmemek üzere seyirci olarak ilişkimi kestim.

1965 yılında amatör tiyatrosu bol olan, profesyonel tiyatroların turne uğrak yeri, tiyatro seyirciliğinin kurumsallaştığı bir kent olan Bandırma’da; bu kez oyuncu olarak tiyatroyu tanıdım. Halkevinde; “Duvarların Ötesi” , Şehit Mehmet Gönenç Lisesinde; felsefe öğretmenimiz Tuğrul Sargın’ın yönetiminde; “İsyancılar, Çalı Kuşu” oyunlarında oyuncu olarak, seyirciyi karşımda buldum. “Tiyatro Yapanlar” ayrıcalıklı sınıfındaydım.

Önceleri seyirciden korktuğumu itiraf edip rahatlamalıyım. Sonraları seyircinin pek korkulacak bir yönü olmadığını birazda zavallı olduklarını, ne yaparsan yap sonunda alkışlandıklarını görmek aymazlığı; bende çok kısa sürdü ve bu işin köklü eğitim işi olduğunu anlamam çok zaman almadı. Kafama koymuştum; Liseyi bitirince bu işin ilmini yapacaktım. Ancak, oyunculuk konusunda kendimle ilgili bazı kuşkularım vardı. Sesimi beğenmiyordum. Tiyatro oyuncusunun sesinin bir tadı; farklı bir özelliği olmalıydı. Ne bileyim gördüğümüz kadarıyla; Yıldırım Önal, Cüneyt Gökçer gibi.. Benimki ise kız sesinden biraz daha kalınca bir sesti. Pek yakışıklı da sayılmazdım. Galiba oyunculuk bana göre değildi.. Ben, bu işin diğer bölümlerinde kendime yer aramalıydım.

1966 yılında Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Tiyatro Bölümü açıldı. Bu yeni açılan bölüm; tiyatronun oyunculuk dışında kalan bölümlerinde insan yetiştirecekti. O yıl üniversite sınavlarında bu fakülteyi kazandım. Öğrenci Kayıt Bürosunda, benden istenen seçenekli bölüm tercihlerimi; “Türk Dili, Türk Edebiyatı” olarak yazdım. Oysa ben Tiyatro bölümüne girmek istiyordum. O anda oradaki tek resmi görevli olan ve yerleri süpüren fakülte odacısına sorunumu açtım. “Yaz.. İstiyorsan Tiyatro Bölümünü de yaz..” dedi, biraz isteksizce.. Ve ben yazdım.

Kesin kayıt listeleri asıldığında, İlk yazdığım bölüm; Türk Dili Bölümü öğrencisi olarak adım, onaylı listenin başındaydı. Ben yeniden tiyatro yapmayanlardan birisi olarak dört yıl süreyle Türk Dili okuma işini başkalarına bırakarak, okula kaydımı istemeyerek yaptırıp; öğrencilik olanaklarından yararlanmayı müktesep hak sayıp, bir daha okula uğramamak üzere elveda dedim.

Tiyatro Bölümü öğrencileri; ikinci yıllarında “Midasın Kulakları” oyunu ile Fransa’ya gittiler. Gazetelerde bu haberi okuduğum an; sessizce; ağladım. O günlerde ben, İzmir İktisat Fakültesi birinci sınıf öğrencisi ve bir özel bankada memur olarak, sevemediğim işleri yapıyordum; bir dilim ekmek parası için, ailem için..

Bugün çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın tiyatro seyirciliğini yeniden değerlendirdiğimde; bu işin nasıl yapıldığını anlamak, “bende yapabilir miyim?…” sorusuna yanıt aramak ve kendimi paldır küldür sahneye atmak istediğiyle yanıp tutuşan bir konumda görüyorum. Yine yaşantımın bu döneminde tüm tiyatro sevgime karşın; çok az oyun izlediğim gerçeği, beni şaşkına çeviriyor. Kısacası bu dönemlerde “seyirci “olmak için çaba göstermediğim gerçeği tüm çıplaklığıyla karşımda duruyor. Yine de “ben mi böyleyim, biz mi böyleyiz?..” sorusunun yanıtını tam olarak bulmuş değilim.

1970-1980 yıllarını, arasında sanatın ideolojiye sarılarak seyirciye sunulduğu o dönemlerde; birçok güzelliği bilerek yada bilmeyerek kaçırdığımı, toplumsal bunalımın etkisiyle değer yargıların da sağlıksız olduğunu 1990’lı yılların birinci yarısında çok net biçimde görüyorum. İnsanın sorunlarını yerel ölçülerle tarttığı bir ortamda sanat gibi çok evrensel olan bir konuda, pusulasız bir gemi gibi bir o kıyıya, bir bu kıyıya yalpalayıp duruyor… Bu durumda ne kendini, nede sanatın değerini tam olarak biliyor. İnsani iç güdülerini yönlendirmesiyle harcadığı zamanın sonunda; hayvani sonuçlara ulaştığını ancak sağlıklı bir özeleştiri ile görebiliyor. Geçen zamanın ve kaybedilen emeğin benim dışımda gelişen nedenlere bağlı olması bile; olumsuz sonuç üzerinde hiçbir olumlu etki yapmıyor. Tiyatro bile; olumsuz sonuç üzerinde hiçbir olumlu etki yapmıyor. Tiyatro açısından somutlaştırmak gerekirse; yetersiz olan “Seyirci” kimliğimin tümüyle ortadan kalktığını ve başka kimliklerin sıralamada öncelikleri olduğunu, yıllar sonra görüyorum. Belki de temel sorun “özgür olmanın” alt yapısından kaynaklanıyor.

Görüyoruz ki Tiyatroda seyirci olmanın “özgür olmak” ile en sıkı bağı; uzantıları bugünlere değin uzanan ilk çağdaki kurumsal tiyatronun ilk oyunlarında; karşımıza çıkan temel ölçüt oluyor. Eğer siz bir “köle” iseniz; özgürlüğünüz yoksa; siz bir tiyatro seyircisi olamazsınız. Efendinizin tüm soyluluk ve sonsuz gücüne karşın; sizin “Tiyatro seyircisi” kimliğine sahip olmanız için yapabileceği bir şey olamaz. Siz, efendiniz içeride oyunu izlerken; dışarıda efendinizin atlarını, arabasını yada tahtırevanını beklemek zorundasınız. Çünkü siz bir kölesiniz ve tiyatro seyircisi olmayı hak edemezsiniz. İnsanın, insana; duyabileceği ve görebileceği uzaklıktan, doğrudan, karşı karşıya; insanı anlatan bu soylu ve ölümsüz sanatı hak edebilmenin temel koşulu; özgür insan olmaktır.

Beni, bir tiyatro tutkunu yapan, seyirci olmanın tadına vardıran, karda kışta tüm olumsuz koşullarda yollara düşüren; oyunlardaki tüm estetik ve düşünce doyumundan önce; özgür insan olma isteğinin ve özgürlüğün vazgeçilmez bir insanlık değeri olduğunun gerçeğini 21. yüzyılda da tiyatroda bulmamdan kaynaklanmaktadır. İçinde yaşadığım çağın tüm olumsuzluklarının, kişiliğe ve insanın doğasına el uzatan yok edici saldırılarının karşı konulabildiği tek ortam olan “Tiyatro” ; dün olduğu gibi, bugünde kendini özgür bilen insanların var ettiği ve var olduğu tek ve ölümsüz mekandır.

Geçmişte tiyatroyu “özel”, günümüzde “çok özel” yapan başlıca neden; insanların “özgürlük” tercihlerini kullanmadaki önceliklerinin sırasındaki dizilişin, yanıltıcı görünümüdür. İlerleyen bölümlerde günümüz tiyatro seyircisini anlatırken, ilk çağ tiyatro seyircisi ile karşılaştırmamızda; başlangıçta var olan değerlerin bugün de tüm canlılığıyla yaşadığını görmek ve geçmişteki karanlık dönemlerde, ya da gelecek kuşakların yaşayacağı dönemlerin değerini ölçmede bir ölçüt olarak almalarını sağlamak, bu çalışmanın temel amacı olmaktadır. 2000 yılından önce bir Anadolu insanının gelecek kuşak insanlarına tiyatroda “seyirci” kimliğini, seyrettiği oyunları, bu oyunlara karşı özgür algılayışını, duygularını, düşüncelerini ve seyirci psikolojini taşımak; gelecek kuşakların buradan yola çıkarak “gündedün” ü (*)yaşamalarını sağlamak; bizim için, bir isteğin ötesinde; tutkulu bir görev sayılmaktadır.

 

Sevgi ve saygılarımla
1991 İstanbul

Tevfik YALÇIN

 

(*) "Gündedün" sözcüğünü; 2007 yılında Türk Dil Kurumu'na "nostalji" karşılığı olarak önerdim. Kurum; dilimize Fransızca'dan gelen bu sözcük yerine kullanılmak üzere "Gündedün" sözcüğünü onyladı ve şimdi güncel sözlükte yerini aldı. Mutluyum…

Tevfik Yalçın  

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir