Tansu Bele: SANAT ve POLİTİKA

SANAT VE POLİTİKA

Ben sanatı hiçbir zaman politikanın yanına yöresine yakıştıramam. Çünkü benim için sanat her zaman politik gücün çok uzağında bir yerlerdedir. Böyle olması da gerekir. Politika sanata herhangi bir biçimde güç sağlasa da- ki sık sık görülen bir olgudur bu- , sanat ondan bağımsız olabilmelidir. Bence sanatın vatanı yoktur. Olmamalıdır da: Ama şu içinde yaşadığım dünyaya ne zaman baksam, benim bu inancımın hep tersine işlediğini görüyorum. Çünkü yaşadığımız çağ öyle bir çağ, içinde bulunduğumuz ülke öyle bir ülke ki, bu ortamda sanat hep kafese tıkılmış kuş gibi: Onun en önemli özelliği olan uçmasının engellendiği bir kuş. İçine konulduğu kafesin adı da politika yani siyasadır.

Siyasa, sanat kuşunun kanatlarını özgürce çırpmasına çoğu zaman izin vermiyor: Kuşu kuş yapan uçma becerisini elinden alıyor ve ona yalnızca “ötme” yetisini kullanma özgürlüğü tanımakta. Çoğu kez bu yetisini de “sen fazla ideolojik oldun” gerekçesiyle ağzına tıkamakta. Buna karşılık eğer istediği gibi öterse ne âlâ: Yemeği suyu hazır!

Şimdi bu simgesel düşünceyi biraz daha açarsam şöyle demem gerekir: Çağımızın sanatı, politikanın/ siyasanın tutsağı olmuş durumdadır ve bu tutsaklığını da, insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadık bir ağırlıkta yaşamaktadır. Doğal olan herşeyin, insan aklının eline düşmesiyle başına ne geldiyse sanat da aynı akibeti yaşamaktadır. Oysa yine yaşadığımız şu çağ, demokrasi ve özgürlükler çağı diye bildiğimiz bir çağ. Bunun yanısıra insan haklarından da hiçbir zaman bu yüzyılda olduğu kadar söz edilmedi. Ne dünyada ne de bizim ülkemizde… Demokrasi ve insan haklarının, hatta kadın, çocuk ve hayvan hakları kavramlarının, sözcük olarak bile bütün dünyada ve yanısıra ülkemizde anılmaya, kullanılmaya başlaması şunun şurasında kaç yıllık geçmişi olan bir olaydır? Hele bizde, yalnızca bu yüzyıla özgü bir olay değil mi? Buna karşılık politikanın kurumlaştığı çağ da yine bu çağ. Dahası Roma çağından bile kat kat ötelerde: Yani politika denilince akla devlet ve kurumları geliyor hemen, hem de geçmişe oranla çok daha 
büyük farklarla…

Yani iyi hükümet artık iyi siyaset demek: Bu da siyasetin bugün her zamankinden daha fazla bir biçimde ve salt “çetin bir pazarlık”, ama yalnızca “bir pazarlık” anlamına geldiğinin en açık göstergesidir. Açıkcası politikanın ülke
çıkarları doğrultusunda ve maliyet/yarar/uzlaşma dünyasında üstünlük sağlamak için maddi çıkarlarla sınırlandırılması demektir. Politikanın ideolojik boyutu olarak demokrasi ve insan hakları kavramlarının da, bunca üstünde durulmasına karşılık politikayı kurumlaştıran devlet çarkı elinde yalnızca “çıkar mekanizması” durumuna indirgenmesi böylelikle elbette kaçınılmazdır. Ancak bu durumda yani salt çıkar doğrultusunda çalışan devlet politik çarkı, aynı zamanda belki de insanlığa en büyük kötülüğü yaptığının farkında değildir. Yine insanın yarattığı bir şey olan devlet çarkı ya da politika, onu yani insanı bu kez “çıkar doğrultusunda” tutsak ediyor. İnsanlık adına/ insana hizmet adına/ ülke çıkarı-toplum çıkarı-sınıf çıkarı-birey çıkarı diyerek insanın elini kolunu bağlıyor. Sanatın da içinde bulunduğu durum farklı değil: Böylesi eli kolu bağlı insan için elbette sanat da kurumsallaşacak ve bir “hizmet” aracına indirgenecektir. Çünkü insana özgü herşeyin “çıkar” adına siyasallaştığı bir dünyada, sanatın bu 
oluşum dışında kalabileceği düşünülemez. Üretim araçlarını üreten insanın, dönüp o araçların yani yeniden üretimin eline düşmesi gibi bir olaydır bu da…

Yani bugünün dünyasında siyasallaşmayan ya da örgütleşmeyen hiçbir şey yoktur. Çünkü insan için önemli olan ya da insanın bugün geldiği nokta artık budur. Sanat da bu bağlamdadır. Öyleyse: “Sanatın politikayla bütüncül bir ilişkisi olamaz, olmamalıdır” dendiğinde, sanatın bağımsızlığından söz açıldığında buna ancak gülümsemeyle karşılık verilmesi gerekmez mi? Öyle ya: Dünya görüşü ne olursa olsun sanat da politikanın bir aracı olmak zorunda; insan için ve insan adına ülke çıkarı/ sınıf çıkarı/ toplum çıkarı bu gerçekliği gerektirmiyor mu? Öyleyse sanatın tek başınalığından söz etmek, bağımsızlığından dem vurmak onu soyut bir yalnızlığa, fantastik bir boşluğa ya da klasik deyimiyle “fildişi kule”sine sürgün etmek anlamına gelmez mi? O zaman nerde kalır sanatın toplum için gerekliliği?

İşte benim de canımı sıkan bu ya: Yani şimdi sözümün tam da bu noktasında sanatı neden politikadan bağımsız kılmak isteyişimi dile getirmek, açıklamak epey güçleşmektedir. Başka türlü anlatmak istersem, sanatın benim için tek bir anlamı vardır o da yaşamsallığıdır, diyebilirim. Yani insanca yaşamın o büyük/ tarihi/ felsefi/ evrensel anlamını solumayan, insanı bütün insanlık adına varlık-yokluk ya da trajik boyutu bağlamında sorgulamayan sanat bence sanat olamaz, o ancak sanatdışıdır. Daha doğrusu insanın nesnel ve güncel boyutları olan ülke çıkarı/ sınıf çıkarı/ birey çıkarı adına sanatın insan için dile getirdikleri sanat

sayılamaz, insanlık adına söyledikleri sayılabilir. Güncel gerçekçilik diyebileceğimiz niteliklere indirgenen sanata sanat denilemez. Ama bu kalıpları kullanarak insanın, insanlığın acısı bağlamında aşarsa o başka… Açıkcası çağımızın politik çarkını döndüren ve bunu da insan/toplum çıkarları adına çalışan bir mekanizma durumuna indirgeyen yönetim biçimleri –ister kapitalist isterse sosyalist olsun, hiçbir ayrım gözetmiyorum-, evet, bütün politik biçemler bana sanat adına ürküntü vermiş ve vermektedir. Sanat hiçbir şey için kullanılamaz, satılık değildir o!!

Şimdi, burada bir başka gerçeklik, yani “sanatın etkinliğinin toplumuyla koşut olması gerektiği, bunun da ancak politikanın içine girmesi oranında gerçekleşebileceği” düşüncesi gelebilir akla; oysa sanat hiçbir kurumun/ bürokrasinin/ ideolojinin sözcüsü değildir. Onun yeri çok başka yerlerdedir. Sanat; insanın çıkarı anlamında kurumlaştığı yerde değil, yaşamını örgüleyen insani ilişkilerinin ta özündedir, var oluşunun gizindedir. Eğer sanat, kültürel ve politik gelişmelere bağlı olsaydı, bu kurumsallaşmanın yetkinleşen çarkıyla varolsaydı hiçbir geri kalmış ülkeden büyük sanatçıların çıkmaması gerekirdi. Oysa bugün, özellikle de bugün; hiçbir çağda bugünkü kadar politikleşmemiş olan dünyaya baktığımızda örneğin en büyük edebiyatçıların kapitalist batıdan ya da geçmiş sosyalist doğudan değil, güney Amerika, İspanya, Yugoslavya gibi ülkelerden çıktığı bir gerçek. Bu bağlamda bu ülkelerin bütünüyle politize edilememiş, yani politik açıdan yetkin biçimde kurumsallaşamamış olmaları bu durumun açıklayıcısı olarak 
öne sürülebilir. Yani toplumları kafese konulmuş kuşa döndüren ve onlara tek tek boyutlu at gözlüğünü takan politikanın, kimi yerleri hâlâ “kuş” haline dönüştüremediğinden bütünüyle söz edilebilir. 20. Yüzyılda henüz uçabilen sanatçı kuş varsa, onun bu işi toplum çıkarı/ birey çıkarı/ ülke çıkarı/sınıf çıkarı adına değil, ama salt insanlığın trajik gidişi açısından sanat edinmesine borçlu olduğu söylenebilir.

Sonuç olarak; insan soyunun bugün yine bir tarihi değişim, dönüşüm ya da dönemecin eşiğinde olduğudile getirilebilir. Bu konuya birkaç tümceyle değinirsem; çağımızın politikaları da tıpkı geçen yüzyıllarda olduğu gibi eskimiştir ve değişecektir, dahası bu değişimin eşiğine gelinmiştir bile diyebilirim. Politik yapılanmanın kalesi devlet çarkı yine sallanıyor. Ama sanatın politikadan alacağı ya da öğreneceği hiçbir şey yok. Tersine politikanın sanattan, özellikle de edebiyattan öğreneceği çok şey var. Toplumların yüzleri bugün hâlâ

güncel politikaya dönük, oysa sanat o o kafesin kapısını açıp uçabilmek için elinden geleni ardına koymuyor: Kapı ha açıldı ha açılacak, kuş ha uçtu ha uçacak! Sanatın amacı ise, “insanın insana ettiğini” anlatmak olmayacaksa neye yarar? İşte sanatçı artık yeniden bunu anlatmaya koyuldu bile: O; insanın dünyayla, insanın insanla kavgasının ya da sevişmesinin ürünü, anlatımı olmayacaksa neye yarar? Bu da tanrısal ya da yönetsel, kısaca politik olanın çok ötesinde bir olgu. Artık yalnızca insan onuru ve yapıp ettikleri söz konusu, ona “yaptırılan” değil. Henry James’in dediği gibi; “Yaşamı yaratan sanattır, çünkü roman yaşamdan daha gerçektir.” Bundan daha önemli, daha gerçek sanat ne, nasıl olabilir? Şimdi burada, Nazım Hikmet’in Abidin Dino’ya yönelttiği soruyu anmamak olası mı: “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” İşte bunu yapabilen, sanatçıdır; çünkü mutluluk, insanın tek başına değil ama insanın insanla –örnekse erkeğin kadınla- yaşadığı bir şeydir, bu yüzden de öykülenebilir yalnızca , 
edebiyattır o, resimle de şiirle de: Çünkü burada yaşamı yaratan işte gerçekten de o öykülemedir.

Avrupa’da, ortaçağdan yeniçağa geçerken sözlü destanların yazılı öykülere dönüşmesinde şöyle bir yol izlenir: İlkin Boccacio, Decameron’u yazar. Bütünüyle dinsel,mitsel ve yönetsel olanın dışındadır bu öyküler, yani apolitiktir ve tarih 1348’dir. Sonra 1400’de Canterbury öyküleri gelir: Bunlarda da üst yönetici sınıf (krallar) yerine şövalye, rahip, doktor, değirmenci, adliyeci, hancı gibi çeşitli ve sıradan halk kişileri yer alır. 15 ve 16. Yüzyıllarda açıkseçik ve eğlendirici öykülerin yanıbaşında platonik aşk ve şövalye öyküleri sürüp gider. Monarşinin bütün yönetsel ve dinsel ağırlığıyla insan yaşamlarına oturduğu dönemlerde çoban romanı, doğuda Binbir Gece Masalları kadınıyla erkeğiyle ortaya çıkar, hani şu o devir üst kesim aydınlarının halk işi diye ucuz sayıp yadsıdıkları türden… Sonra ilk duygusal kahramanın doğuşu gecikmez: Picaro’dur bu. Pikaresk romana adını verecek olan! Picaro, hiçbir aydının ve estetikçinin değer vermediği bir serseridir, tıpkı bu yüzyılı ta başında saptayan Dostoyevski’nin 
Raskolnikof’u gibi ve elbette apolitiktir! Ama Picaro’nun trajik bir biçimde Cervantes’in Don Kişot’una evrilmesi, hem yeniçağın doğuşunu hem de halk kahramanının doruklaştığı noktayı artık simgeler ve müjdeler: Yani dünya politikasının değişimini, monarşinin yıkılıp yerini halk işi burjuvaziye bırakışını…

Evet: Picaro yersiz yurtsuz ve apolitik bir serseriydi ama Don Kişot’un ülküsel özellikleri de vardı. Ya Raskolnikof? 20.Yüzyıla damgasını vuran kişi değil miydi o? Moliere: “Herşeyin başı, halkı neşelendirmek ve duygulandırmaktır” demiş. Bu sözü Max Jacob şöyle yorumluyor: “Buna ne şüphe. İnsanoğlu üstün eser yaratmak için ıkınmamalı. Üstün eser istenildiğinde doğar. Şöyle yapalım, böyle edelim derken üstün eseri bozmuş oluveririz.” (M. Jacob, Bir Şaire Mektuplar)

Buna karşılık Oscar Wilde’ın şu sözünü anımsamakta da yarar var, o da: “Estetik ahlâkın üstünde yer alır. Tinsel alana aittir” demiş. Peki; günümüzde herşey gibi politikaya satılan ahlâkın tinsel zorbalığından estetiği kim kim koruyacak? Yani politikanın güncel güdümüne sokulan sanatın da, kafese kapatılmış kuştan farkı yoktur demek, işte budur.

Sayfa düzeni: Tenise Yalçın evetbenim
İleti: Tansu Bele

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir