BU ORKESTRA KİMİN İÇİN ÇALIYOR?

BU ORKESTRA KİMİN İÇİN ÇALIYOR?

Tansu Bele
Beden için can neyse Beyoğlu için de tiyatro odur. Can olmadan ya da ruhsuz beden olur mu? Tabii ki olmaz. Ruhsuz beden ölüdür çünkü; tıpkı bir zamanlar tiyatrolarla dolup taşan ve yaşama yaşam katan, bugün ise (Ses Tiyatrosu dışında) tiyatrosuz/salonsuz kalmış Beyoğlu gibi… Ama son yıllarda gençlerimiz Cadde-i Kebir’e yeniden can verme isteğiyle kolları sıvamış görünüyorlar. Kurulan birbirinden genç tiyatro toplulukları bu ünlü tarihi caddemizde kelebekler gibi uçuşuyor, çiçekler açtırıyor, yürekler attırıyor. Bunlardan biri de, ünlü Bulgar oyun yazarı Hristo Boytchev’in “Titanik Orkestrası”nı sahneleyen Tiyatro Durak topluluğu. Yönetmen Çetin Etili’nin sahneye koyduğu “Titanik Orkestrası” elbette cansız çünkü tiyatrosuz kalmış Beyoğlu’nu konu edinmiyor. Dahası yazar Boytchev’in derdi başka: O; insanlığın en kadim, en çetin problemi olan “Yaşam nedir? Ruh ve beden ikilisi midir?” türünden metafizik (felsefi), yani bugün de bir türlü içinden çıkamadığımız ezeli-ebedi bir konuya el atmış. Başka deyişle yazar; felsefeyi tiyatroya vurarak, bir çeşit Shakespeare’vari ve düşündürücü bir oyun kurgulamış. Oyunda her şey simgesel (tren, yolculuk, parasızlık, Ömer Hayyam’vari içki düşkünlüğü vs.) ; tıpkı yaşamın kendisi gibi… Öyle ki oyun bitiminde hepimiz birlikte “Acaba yaşam gerçekten var mı? Yoksa yok mu? Yaşıyor muyum yoksa yalnızca rüya mı görüyorum?” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Ama oyunun ortasında birden ortaya çıkan illüzyonistin dediği gibi: “Her ne kadar yaşamın kendisi bir rüya olsa da, rüya yaşam değildir” sözü, bizi yeniden düşünceye salıyor. Rüya yaşam değilse nedir, ruh mudur? Yoksa tüm düşündüklerimiz de, yarattıklarımız da…”Görünür ya da gerçek de denilen hayatta beden yaşar. Hayal ve umutların bulunduğu görünmez hayatta ise ruh yaşar.” Yani düşüncelerimizin de “içinde” bulunduğu… O zaman soru şu: Her şeyi düşüncemizde mi yaşayıp yaratıyoruz? Yani yaşam şudur, budur derken illüzyon mu yapıyoruz? Aslında felsefenin soruları olan ancak ülkemizde felsefenin neredeyse yasaklanma noktasına geldiği bir dönemde sahnelenen bu oyun, bize insanlığın en içsel sorularını yeni baştan sordurması açısından gerçekten ilginç: Paranın gündelik hayhuyuna kendisini kaptırmış, felsefeyi de (bilimleri de: teknolojiyi değil) “doğanın ve insanın bütün sırları çoktan çözüldü” diye bir yana iterek (ya da dine bırakarak) varlık-yokluk sorununa artık boşveren kitlelere böyle bir zamanda düşünmenin gerçek anlamını sorgulatması da cabası. Ama oyun bu işi öyle tatlılıkla, güldürerek ve sevimli biçimde yapıyor ki kulak vermemek olanaksız. Bu noktada Tiyatro Durak’ın yönetmeni Çetin Etili ve genç oyuncularının gösterdikleri performansa/ yoruma özellikle dikkat çekmek gerek. Oyunun mesajını iletmekte çok rahat, basit, anlaşılır, açık, esprili bir biçem kullanıyorlar. Bu da onları genç yaşlarında usta işi bir sergilemeye götürüyor. Her ne kadar bu, yönetmenin önemli bir başarısıysa da oyuncuların yorumları da birbirinden başarılı. Onlar doğaçlama taktikleriyle, felsefenin beşiği olan (doğu ile batının harmanlandığı) bu toprakların çocukları olduklarını çok güzel kanıtlıyorlar. Tümüyle başarılı olan (ancak özelde Öner Ateş’le Aslı Nişancı’nın oyunlarına hayran kaldığım) bu oyunu, sezonun en iyi seyirliklerinden biri olarak tiyatroseverlere öneririm. Daha önce birkaç kez ülkemizde sergilendiği için izleyenler varsa da gençleri izleyin derim. Çünkü gençlerimiz düşünme, bilme yetenekleriyle ve yaratıcılıklarıyla bambaşka! Haziran Direnişi’nde de bunu kanıtlamadılar mı?

TANSU BELE/ 8 Aralık 2014

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir