Ülkemizde 8 Martların işlevi üzerine:
DEVRİMLER BÜTÜNLENMELİDİR
Tansu BELE
Bugün ülkece içinde olduğumuz süreç, kadınlar açısından oldukça geri ve tutucu bir görünüm sergilemekte. Kadın haklarının Atatürk devrimleriyle birlikte yasalaşmasına karşın kadınlarımızın çoğunluğu, yalnızca çocuk üreten, toplumsal yaşamda yeri olmayan bir cinsel kullanım ve sömürü aracı olmaktan öteye geçmiş durumda değildir. Kişilikten de ekonomik güçten de yoksun kadınlarımızın sayısı bütün nüfusa göre çoğunluktadır. Ayrıca kadınların tek güvencesi erkeklerdir; onların insafına kalmış bir yaşantıyı sürdürme çabasındadırlar. Dahası çocuk yaşta gönderildikleri Kuran kurslarında hurafelerle ve korkularla yıkanan genç beyinleri, başlarına dolanan örtülerin karanlığında çürümeye bırakılmaktadır. Çağdaş ve bilimsel eğitimden yoksun bırakılan, okula gönderilmeyip Kuran kurslarının karanlığına kapatılan kız çocuklarımız yalnızca cinsel bir varlık olarak sömürülmektedirler. Öbür dünya aldatmacalarıyla onların toplumdan dışlanmaları sağlanmaktadır. Bu arada erkeklere, kadınlara karşı saldırganlık uygulamaları sanki pompalanmaktadır. Gelenek ve töre denilip küçük kızlar öldürülmektedir, buna ne yazık ki bilinçten yoksun, erkek egemenliğinin ve törelerin savunucusu, erkeğin namusunun bekçisi anneler de katılmaktadır.
Bütün bu olumsuzluklara karşılık yine de kadınlarımızda geçen yüzyıla ya da Osmanlı dönemine göre bir başkalık olduğunu söylemem gerek. Örneğin ben bugün, başı türbanlılar da aralarında olmak üzere, kentlerde yaşayan nüfusa göre büyük bir kadın çoğunluğunun erkeklerin iki ya da üç eşli yaşamalarına boyun eğeceklerini sanmıyorum. Aynı biçimde bu duruma baş eğenler bile olsa, çoğunluğun buna isyan edeceklerini, başkaldıracaklarını düşünüyorum. Töre öldürürlerinde kadınların, kızların bütün baskılara karşın özgürlüklerini savundukları açıkça görülmüyor mu? Canlarına kıyıp ölüyorlar ama baş eğmiyorlar. Küçücük kızlar, kendilerinden yaşlı erkeklere satılmaya karşı çıkıyorlar. Kimi zaman öldürme yıldırılarına karşın ev dışındaki erkeklerle görüşmeyi göze alıyorlar. Buna karşılık erkekler dünyasında küçük yaşta kızların bir mal gibi alınıp satılması, başkasına kiralanması da (bu eşi aracılığıyla da yapılan bir utanmazlık) söz konusu.
Kadınlara karşı uygulanan erkek baskılarına ya da aile içi ataerkil yapılanmaya karşı yapılması gereken nedir? En başta elbette, kadının eğitimi geliyor. Ancak bugün ülkemizdeki eğitim durumuna baktığımızda karşımıza pek çok sorun çıkmakta: Özellikle kırsal kesimde kız çocukları okula gönderilmiyor. Bu konuda gerçekleştirilen kentsel girişimler de ne yazık ki engelleniyor. Örneğin kırsal kesim kızlarını okula göndermek için kampanyalar başlatan, burslar açan, büyük çabalar gösteren Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi bir dernek lekelenip karalanmak isteniyor, bilgisayarlarına el konuluyor, derneğin çok değerli başkanı Türkân Saylan gözaltına alınıyor. Hastalığı dolayısıyla bırakılsa da çocukların dosyalarının izlenmesi sürdürülüyor. Türkân Saylan’a ağır suçlamalar yapılıyor, misyonerlikle suçlanıyor, öldüğü zaman hakaretler sürdürülüyor. Kadınlarımızın özgürleşmesi için onca emek vermiş bir kadın doktora, sözde özgürlük adı altında bu ortaçağ baskıları uygulanıyor. Çünkü din adına kızların başlarını bağlayıp, okutmayarak küçücük yaşlarında evlendirmek kadının özgürlüğü sanılıyor. Bu sözde özgürlük düşüncesi de, kızlarımızın körpe beyinlerine küçücük yaşlarında aşılanıyor. Onlar da, başlarını bağlayıp erkek egemenliği altına girmeyi özgürlük sanıyorlar. Din buyruklarını yerine getirmekle özgürleştiklerine inanıyorlar.
Ülkemizde yaşanan bunca saçmalığın ve kadınlara uygulanan baskıların nedeni nedir? Kadının erkeğe köle olması mı isteniyor? Zaten böyle değil mi? Peki, bu gerçeğin değişmesi neden gereksiz sayılıyor? Erkeklerin kadınlara bakış açıları ne zaman değişecek? Hiç değişmeyecek mi? Kadın ya da kız çocukları bir mal gibi alınıp satıldıkça, kullanıldıkça, erkekler dünyasında saldırıya uğrayıp canından oldukça biz nasıl uygar olabileceğiz? İnsanlığın yarısı olan kadın cinsinin erkek tarafından sömürüsü sürdükçe uygarlaşmadan söz edebilir miyiz? Kaldı ki kadın cinsidir dünyanın gerçek üretenleri… Bu gerçeği yıllar önce dile getiren de Atatürk olmadı mı? Kadınlarımızın, erkeklerimiz yanında eşit yerlerini almaları gerektiğini ilk o söylemedi mi? Bunu yasalara geçirmedi mi? Öyleyse nedendir kadının bunca aşağılanıp sömürülmesinin sürdürülmesi? Bunun, yalnızca köhnemiş törelerin, çürümüş geleneklerin baskısından, din sultasından kaynaklandığına da inanamıyorum artık ben. Kentlerde, kırsalda gerek ev içi gerekse ev dışı tecavüz olaylarına, öldürülere baktıkça bunun, erkeklerin cinsel egemenliklerini sürdürme çabasından ileri geldiğini düşünüyorum. Bugün kentlerde bile kadınlar sokak ortasında kaçırılıyor, yabancı kadınlara saldırılıyor, tecavüz edilip öldürülüyor. İtalyan Pippa Bacca’nın başına gelenler henüz belleklerimizde. Aynı biçimde ev içinde, aile bireylerinin (amcasının, ağabeyinin, babasının) tecavüzüne uğrayan kızlar da çoğunlukta. Bunun nedeninin, erkeğin kadına bakışındaki ya da erkek kadın ilişkisinde erkeğin kadına egemen olmak isteğindeki çarpık tutu
ma bağlı olduğunu sanıyorum. Erkek, cinselliği bir “kadını becerme, onu tepeleme” aracı olarak görüyor. Kadın erkeğin gözünde yakalanması, ele geçirmesi gereken bir avdan başka bir şey değil. Kadın sanki erkek için cinsel alanda insandan sayılmıyor! İlişkide o bir nesne. Elde edilecek ve kullanılacak, erkeğin amacına ya da doyumuna ulaşmasını sağlayacak bir araç. Bu bağlamda kadının sömürüsünü bütün gerçekliğiyle ortaya koyan düşünür Simone de Beauvoir’a yürekten katılıyorum: Düşünür; kadınların nesneleşmesinin, onların kendi düşünüş biçimlerinde oluştuğunun altını çiziyor. Başka bir deyişle kadın da kendisini bir “nesne” olarak görüyor erkek karşısında. Aşk, iki cins arasında kadının kendisini erkeğe sunması anlamına geliyor. Dahası kadın buna, küçücük yaşlarından koşullandırılıyor. Kadın kendine dönük bir yapılanmaya itiliyor: Kadınlar için dış görünümlerinden davranışlarına bütün yapıp ettikleri erkekler dünyasında cinsellik temeline dayanmakta. Kadın, kadınlığını her zaman varoluşunun nedeni sayıyor ve öyle gösteriyor. Kadın kendine dönük bir yapılanma içinde: Sanki narsis bir tutumla kendi bedenini ve cinselliğini aklının mihveri yapıp her türlü becerisini bu mihvere oturtuyor. Çünkü erkeğin aşkı, onun için her şeyden önemli. Başka bir deyişle erkek dünyayı kurtarmak ya da batırmakla uğraşırken kadın kendini var kılmakla uğraşıyor. Kadının varoluşu da önce erkeğe kendini “göstermesiyle” başlıyor ve bitiyor. Erkeğe becerisini (akıl yetisini de) sergileyemeyen kadın, erkek dünyasında bir yer kapamayacağını biliyor çünkü… Dahası bu savaşım, ister istemez kadınlar arası bir aşık atmaya da dönüşüyor. Kadının karşısına, dış dünyada bir yer alabilmesi için erkek değil başka kadınlar çıkıyor. Erkek de bunu bildiğinden bu oyunu sürdürüyor. Kadının ona bağlanmasını fırsat bilen erkek, bunu sonuna dek kullanıyor: En büyük kozu da başka kadınlar… Kanımca bu oyunun sonu yok. Kadın, dünyaya erkeğinin gözünden bakmayı ve kendisini erkeğinin gözünde bir nesne olarak görmeyi sürdürdükçe, onun konumunda bir değişme olmayacaktır. Kadının kendisini değiştirmesi ve dünyaya yepyeni bir bakış açısı geliştirmesi gerekmektedir.