SANAT KURUMU
2009 – 2010 DÖNEMİ
“ONUR” ve HİZMET” ÖDÜLLERİ
BELİRLENDİ
“ONUR ÖDÜLÜ” AYKAL’A, “HİZMET ÖDÜLÜ” HIZLAN’A
Sanat Kurumu Yönetim Kurulu 2 Mart 2011 Çarşamba günü yaptığı toplantıda,2009-2010 dönemi için “Sanat Kurumu Onur Ödülü”nün sanatçı Gürer Aykal’a; “Sanat Kurumu Hizmet Ödülü’nün Gazeteci-Yazar Doğan Hızlan’a verilmesi kararını aldı.
Müzik alanındaki uluslararası başarıları ve hizmetlerinin yanı sıra çağdaş Türkiye’nin müzik yoluyla tanıtılması konusunda yurtiçi ve yurt dışında yaptığı başarılı çalışmaları, eğitimci yönü ve müzik sanatına yaptığı katkıları ile seçkin bir sanatçımız olan Gürer Aykal’a 2009 -2010 dönemi “Sanat Kurumu Onur Ödülü”nün verilmesi kararlaştırılmıştır.
Ülkemizde kültür ve sanatın yaygınlaştırılması, geliştirilmesi yönünde, gerek eserleri, gerekse basın ve yayın organlarındaki kesintisiz uzun soluklu çalışmaları ile seçkin Gazeteci-Yazarımız Doğan Hızlan’a “Sanat Kurumu Hizmet Ödülü”nün verilmesi kararlaştırılmıştır.
Ödüller, 21 Mart 2011 tarihinde Küçük Tiyatro’da düzenlenecek olan törenle verilecektir.
İlker Çetin
Başkan
SANAT KURUMU
İletişim: 0537 343 3364
Atila GÜRÇAY
Basın Danışmanı
Gürer Aykal
Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Onursal Şefi
Müzik eğitimine Ankara Devlet Konservatuarı’nda başlayan Gürer Aykal Necdet Remzi Atak’ın öğrencisi olarak 1963 yılında Keman Bölümü, Adnan Saygun’un öğrencisi olarak da 1969 yılında Kompozisyon Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl devlet bursu kazanıp İngiltere’ye giderek Londra’da Guildhall Müzik Okulu’nda André Previn ve George Hurst gibi önde gelen şeflerin yanında orkestra şefliği okudu. 1972’de Guildhall Müzik Okulu ve Kraliyet Müzik Akademisi İleri Şeflik Bölümlerini birincilikle bitirdi. Ardından İtalya’ya giden Aykal, Accademia Musicale Chigiana’dan Şeflik Nişanı aldı ve Santa Cecilia Akademisi’ni Franco Ferrara’nın asistanlığını yaparak bitirdi. Bu arada Adnan Saygun’un isteği üzerine Pontificio Istituto di Musica Sacra’da Bartolucci ile Gregoryen koro müziği ve Rönesans çoksesli öğrenimi de gördü.
1975 yılında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın sürekli şefliğine atanan Aykal, daha sonra bir süre Devlet Opera ve Balesi’nin genel müdürlüğünü yaptı. Bu arada Suna Kan’la birlikte kurduğu Ankara Oda Orkestrası’nın ülkemizdeki etkinliklerinin yanı sıra yurtdışında da yüzden fazla konserini yönetti. Avrupa ülkelerinin önde gelen orkestraları ile sayısız konserler verdi; İngiliz Oda Orkestrası’nı Güney Amerika ve Karayipler Turnesi’nde yönetti. Amsterdam Concertgebouw Oda Orkestrası’nın da şefliğini yaptı.
Eğitimci yönü yurtiçi ve yurtdışında orkestra şefliği profesörlüğünü de kapsayan Gürer Aykal, ABD’de Indiana (Bloomington) Üniversitesi, Teksas Tech ve UTEP üniversitelerinde ileri orkestra şefliği dersleri verdi. Halen Bilkent Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda eğitimcilik görevini sürdürüyor.
Müzik alanındaki uluslararası başarıları ve hizmetleri nedeniyle 1981 yılında kendisine “Devlet Sanatçısı” unvanı verilen Aykal, bugüne kadar yaptığı CD kayıtlarında Londra Filarmoni, Kuzey Almanya Radyo (NDR), Ankara Oda, Bilkent Senfoni, Cumhurbaşkanlığı Senfoni ve El Paso Senfoni orkestraları gibi önde g
elen birçok sanat topluluğu ile Bach, Beethoven, Mozart, Çaykovski, Elgar, Smetana, Ravel, Erkin ve Saygun gibi büyük bestecilerin yapıtlarını seslendirdi.
ABD’de toplam 16 yıl şeflik ve genel müzik yönetmenliği yapan Aykal, 1991–2003 yılları arasında sürekli şefliği ve genel müzik yönetmenliğini yaptığı Teksas El Paso Senfoni Orkestrası’nın bağlı bulunduğu üniversiteden fahri profesörlük unvanı aldı. 2000–2004 yılları arasında Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’nı kurup ve geliştirme görevini üstlendi.
Gürer Aykal çağdaş Türkiye’nin müzik yoluyla tanıtılması konusunda yurtiçi ve yurtdışında yaptığı başarılı çalışmalarından dolayı 1999 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Sanatçısı” seçildi.
2008 Mayıs ayında Türkiye ile Finlandiya arasındaki kültürel işbirliğine sağladığı katkılardan ötürü Finlandiya Devlet Nişanı ile ödüllendirilen, Temmuz 2008’de Lazio Avrupa ve Akdeniz Festivali kapsamında Roma’da düzenlenen törende Uluslararası Gösteri Sanatları Kategorisinde “Başarı Ödülü” alan Gürer Aykal, bugün, 1999’da kurduğu ve 2008 Eylül’üne dek sürekli şefliği ile genel müzik yönetmenliğini sürdürdüğü Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın onursal şefi olarak görevine devam ediyor.
Doğan Hızlan ( 1937)
1937'de İstanbul'da doğdu. Pertevniyal Lisesi'ni bitirdi. Hukuk öğrenimini yarıda bıraktı. İlk yazısı 1954'te yayımlandı. Gazeteci, yayınevlerinde redaktör ve danışman olarak çalıştı. 1980'den sonra Gösteri dergisini yönetmiştir. Eleştrilerini, kitap tanıtma yazılarını yayımladığı gazete ve dergilerin sayısı yirmiyi geçer. Bugün Hürriyet Gazetesi Yayın Danışmanıdır.
ESERLERİ:Sanat Günah Çıkartıyor
GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM 5 HAZİRAN 2001
çiğköfte bahane
Mutlu Azınlık saldırıyor
CRR’DE ÇİĞKÖFTE RESİTALİ TARTIŞMASINA DOĞAN HIZLAN DA KATILDI.. ''TÜRK MÜZİĞİ GÜNLERİ'NDE KAZANCI BEDİH VE EKİBİ KONSER VERİRKEN, SAHNEDE ÇİĞKÖFTE YOĞRULUYORMUŞ. O ÇİĞKÖFTELERDEN BİRİNİN GİDİP CEMAL REŞİT REY'İN ALNINA YAPIŞTIĞINI HAYAL ETTİM. ÇOK ÜZÜLÜRDÜNÜZ CEMAL BEY, İYİ Kİ ÖLMÜŞSÜNÜZ..''
haberturk.com 05.06.2001
ÇİĞKÖFTE RESİTALİ haberini (Mustafa Seven, 2 Haziran 2001 Milliyet) okuyunca ürperdim. Cemal Reşit Rey Salonu'nda Türk Müziği Günleri'nde Kazancı Bedih ve ekibi konser verirken, sahnede çiğköfte yoğruluyormuş. Söyleyenlere, çalanlara da köfte tattırılıyormuş. Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Türk Beşleri'nden, önemli besteci, orkestra şefi, piyanist ve çok sesli müziğin ülkemizde yerleşmesi için büyük emek veren birinin adının verildiği, güzel bir salon. Benim gözümde birden canlanıverdi; o çiğköftelerden birinin gidip Cemal Reşit Rey'in alnına yapıştığını hayal ettim. Çok üzülürdünüz Cemal Bey, iyi ki ölmüşsünüz. Sahnede çiğköfte yoğurma ile başlayan yozlaşmanın, laubaliliğin sonu gelmez. Yakında sahnede yufkalar açılır, gözlemeler pişirilir. Bence özgürlüğün estetik sınırı vardır. Bazı yerlerde, bazı şeyler yapılmaz. Yakışmaz, salonun kalitesini düşürür. O zaman Cemal Reşit Rey adını silin, o yazıyı kazıyın ve sonra da Kebap Salonu adını koyarak, et ve soğan kokuları arasında salonu kullanın. Eğer yerel yönetim Fazilet Partisi'nin elinde olmasaydı, korkarım anason kokusu da fuayeden başlayarak bütün salonu saracaktı. Şimdi hemen sorarlar: Sen Kazancı Bedih'e mi karşısın. Hayır, dinledim de sevdim de. Ama çiğköftesiz. * * * CRR Genel Sanat Yönetmeni Arda Aydoğan ile İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyeleri şaşırmışlar. Peki onlara soruyorum. Tavana çiğköfteyi fırlatırlarken neden tepki göstermediniz? Ertesi gün, bu salonda bunlar olmaz diye hiçbirinizin protestosunu gazetelerde okuyamadım. Sineye çektiniz, tekrarına cesaret verdiniz. Benim de şaşırdığım, ‘‘Hemen engel olmaya çalıştık ama başaramadık’’ sözü. İçeriye kilolarca et girerken, yöneticiler, bunların ne işe yaradığını bilemeyecek kadar zekádan, izandan yoksun mu? Salonun geleceğinden kaygılandım doğrusu. Eh, şimdiden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bir tavsiyede bulunacağım. Konserleri görsellikle renklendirsinler. Sözgelimi Schubert'in Alabalık Kenteti seslendirilirken, mutlaka sahnede bir tava içinde cazır cazır tereyağında bir alabalık kızartılmalı. Yalnız şaraba da müsaade edecekler o zaman. * * * BEN bu olayın kovuşturmasını izleyeceğim. Çünkü Cemal Reşit Rey'i tanıdım, ona çok saygı duyarım.
HAKKINDA YAZILANLAR
Doğan Bey’deki değişimi dehşetle izliyorum
MURAT BARDAKÇI
Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi
Yapmaktan senelerce nefret ettiği gariplikler ediyor, meselá halka iniyor! ‘Avami’ konserlerde çalınanlara tahammül ediyor! Değişime onun kadar hızlı ayak uyduranı görmedim. Önceleri ud çalarmış, sonra klasik müziğe merak salıp seneler boyu Corto'yu, Casals'ı, Schwarzkopf'u dinlemiş, şimdilerde ise poptan rocka, arabeskten heavy metale kadar müziğin her cinsine kulak verdiği görülmekte… Edebiyatta da öyle yapmış: Bir ara bizim geç dönem romantiklerini okumuş, derken 50'li, 60'lı yıllarda moda olan isimlerle epey bir vakit geçirmiş, ileriki senelerde bazı genç yazarların ‘‘yaratılmasını’’ bizzat üstlenmiş ve bugün köşesinde yazdıklarından anladığım kadarıyla, benim okumaya tahammül edemediğim yeni eserlerin sayfalarını çevirmekle meşgul.
Ben, Doğan Hızlan'ı bundan çok zaman önce, 1970'lerin sonlarında, çok başka bir ortamda, rahmetli Baki Hoca (Abdülbaki Gölpınarlı) vasıtasıyla tanıdım. Bir o zamanın, bir de bugünün Doğan Bey'ini düşünüyorum ve rahatça ‘‘Değişime Doğan Hızlan kadar hızlı ayak uyduran bir başkasını pek görmedim’’ diyebiliyorum.
Üstelik, Doğan Hızlan, şimdilerde beni dehşete düşüren ama daha önemlisi, yapmaktan senelerce nefret ettiği başka gariplikler de ediyor, meselá halka iniyor! Vakti zamanında hiç ádeti olmadığı halde ‘‘halkla’’ beraber oluyor, uluslararası kimlik taşımayan festivallere gidiyor, hatta yerel şenlikleri dolaşıyor; bazı ‘‘avami’’ konserlerde çalınanları dinlemeye tahammül ediyor ve en fenası, gittiği bu yerleri oturup yazıyor!
Gazetecilik, yazarlık ve
sanatı ne seviyede olursa olsun yaygınlaştırıp sevdirme çabası adına ámenná ama doğduğu andan itibaren bir anne ve teyzeler çemberiyle kuşatılıp nefes alması bile kontrol altında tutulan bir evlád için ne kadar acı bir istikbál! Ayakkabısını kendi başına bağlamasına bile ancak 13 yaşına geldiğinde müsaade edilen, yemesi-içmesi hálá validesinin tarassutunda bulunan bir beyzade açısından ne derece elim bir ákıbet ve ne dekadans!
Doğan Bey ilgi alanlarından üslubuna ve girip çıktığı çevrelere kadar işte böylesine baştan aşağı değişti, daha doğrusu ‘‘güncelleşti’’ ama bazı özelliklerinin, kendisiyle hemhál olmuş taraflarının üzerine her nedense pek değil, hiç gidemedi.
Meselá hálá papyon takıyor, üstelik bazı günler bağlamalı papyonla görünüyor. Hazır gömlekten hálá nefret ediyor, gidip diktiriyor ve göğüs cebine dizdiği sıra sıra kalemleri o gün üzerinde bulunan gömleğin rengine göre seçmekte ısrarla direniyor. Kösteği yerinde duruyor ve gazetedeki bazı arkadaşlara uyup her nasılsa pek sık gitmeye başladığı avam meyhanelerinde garsona mezelik peynirdeki tuzun mineral terkibini sormadan edemiyor. Ve en önemlisi: Masasının üzerinde kendisine en fazla 20 santim mesafede bulunan su bardağını bugün bile uzanıp almıyor, ‘‘Ayseeel!’’ diye sesleniyor ve o bardak en fazla üç saniye sonra elinde olmazsa Aysel'in vay haline!
Doğan Hızlan, 50 küsur seneden beri sanat dünyasının içinde. Son yarım asırda bilmediği, görmediği, tanımadığı şair, yazar, ressam ve müzisyen hemen hemen yok gibi. Onları sadece eserleriyle değil gerçek kimlikleriyle, yani yaratıcılıklarının perde arkasıyla tanıdı. Birçoğunun özel hayatına vakıf oldu ama bugüne kadar zülf-i yáre dokunacak tek bir kelime etmedi, hep sustu ve sanat dünyasında bir ‘‘mediator’’, bir ‘‘ákil adam’’ rolü üstlendi.
Bugün Válá Nureddinler'in, Ahmed Hamdiler'in ve Yaşar Nabiler'in koltuğunda oturan; hem kıdem, hem malumat bakımından sanat yazarlarına duayenlik eden Doğan Bey bence bu suskun üslubunu da hayat tarzı gibi güncelleştirmeli ve ‘‘edebiyat yazarlığı’’ndan ‘‘modern edebiyat tarihçiliği’’ne geçmelidir. Zira Doğan Hızlan'ın asıl önemi bugüne kadar yazdıklarında değil, yazması gerekenlerde, yani bilip de yazmadıklarındadır.
Haber kaynak: Tolga Savaşçı
Biyografiler: Biyografinet web sitesi
Haber düzenleme Tevfik Yalçın evetbenim