27 Mart 2009 Dünya Tiyatrolar Günü Bildirleri: Uluslararası; Agusto Boal, Türkiye; Temel Demirer – Nedret Güvenç

27 MART 2009 DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ

Afiş: 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü 2009 evetbenim.com armağanı: Afiş Görsel Tasarım Serdal Kesgin
 
Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI)

Dünya Tiyatrolar Günü

(Afiş: Serdal Kesgin)

27 Mart 2009

Uluslararası Bildiri
 

Augusto Boal

“Bütün insan toplumları gündelik yaşamlarında görülmeye değerdir. Bazı özel durumlar için gösteriler yaparlar. Görülmeye değer olan toplumsal düzen içindeki davranış biçimleridir. Bunlar tıpkı izlemeye gittiğiniz türden gösterilerdir.

Farkında olunmasa da insan ilişkileri teatral bir yapı izler: mekân kullanımı, beden dili, sözcük seçimi ve ses tonunu ayarlama, düşüncelerle duyguların yüzleşmesi, sahnede gösterdiğimiz ve yaşadığımız her şey. Bizi var eden tiyatrodur.

Düğün ve cenaze birer gösteridir. Günlük ritüeller de gösteridir; fakat öylesine kanıksanmışlardır ki farkına bile varmayız. Bir yandan gösteriş ve zenginlik öte yandan sabah kahvesi, karşılıklı günaydınlar, utangaç aşklar, büyük tutku fırtınaları, bir senato oturumu ya da diplomatik bir toplantı; hepsi tiyatrodur.

Sanatımızın asıl işlevlerinden biri insanları oyuncuların aynı zamanda seyirci oldukları, sahnenin yeryüzüyle buluştuğu gündelik yaşam gösterilerine duyarlı kılmaktır. Hepimiz sanatçıyız: tiyatro yaparak aslında apaçık olanı görmeyi öğreniyoruz, çoğunlukla bakmadığımız için göremediklerimizi. Kanıksadıklarımızı keşfediyoruz: tiyatro yaparak gündelik yaşam sahnemizi aydınlatıyoruz.

Geçen yıl Eylül ayında bir tiyatronun perde açmasıyla hepimiz şaşkınlığa uğradık: Uzak ve vahşi yerlerde süregelen savaşlara, soykırımlara, katliamlara ve elbette işkencelere rağmen güvenli bir dünyada yaşadığını sanan, paralarını bazı saygın bankalara yatıran veya piyasadaki dürüst bir tüccara emanet eden bizlere bu paranın aslında var olmadığı, sanal olduğu, ne güvenilirliği ne de saygınlığı olan sahici ekonomistlerin uydurduğu acıklı bir masal olduğu söylendi. Her şey sadece kötü bir tiyatro oyunuydu, birkaç kişinin kazandığı çoğununsa kaybettiği karanlık bir komplo. Zengin ülkelerdeki bazı siyasetçiler birkaç sihirli çözüm ürettikleri gizli görüşmeler düzenlediler. Böylece biz izleyiciler, onların verdikleri kararların kurbanı olan bizler balkonun en arka sırasında öylece kaldık.

Yirmi yıl önce Rio de Janeiro’da Racine’in Fedra adlı eserini sahneledim. Sahne dekoru oldukça cılızdı: yerde inek derileri, etrafta bambular. Oyuncularıma her gösteriden önce şöyle söylüyordum: ‘Her gün yeniden yarattığımız kurgu sona erdi. Şu bambuları geçtikten sonra hiçbiriniz yalan söyleme hakkına sahip olmayacaksınız. Tiyatro gizlenmiş gerçektir.’

Olayları incelediğimizde bütün toplumlarda, etnik gruplarda, sosyal sınıflarda ve kastlarda ezen ve ezilen insanları görürüz: gördüğümüz adaletsiz ve zalim bir dünyadır. Başka bir dünya yaratmak zorundayız çünkü bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Kendi yaşamımızda ya da sahnede oynayarak bu başka dünyayı var etmekse bizim ellerimizde.

Başlayacak olan gösteriye katılın ve dostlarınızla eve döndüğünüzde kendi oyunlarınızı oynayın, gözünüzün hiç göremediğine dönüp bir bakın: apaçık olana. Tiyatro sadece özel bir etkinlik değil bir yaşam biçimidir.

Hepimiz oyuncularız: Yurttaş olmak bir toplumda yaşamak değil o toplumu değiştirmektir.”

Çeviren: Bilgesu Ataman
http://sanatkop.com

Augusto Boal: Özgeçmiş 

Augusto Boal; 16 Nisan 1931’de Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde doğdu.  Tiyatro yönetmeni, yazar ve siyasetçidir. Radikal popüler eğitim hareketlerinde özgün bir biçimde kullanılan bir tiyatral form olan Ezilenlerin Tiyatrosu’nun kurucusudur. 1992-1996 yılları arasında kuralcı tiyatroyu geliştirdiği yer olan Rio de Janeiro’da Vereador (Amerika’daki şehir konseyi üyesine eşdeğer) olarak bir dönemliğine hizmette bulunmuştur. Boal 2008’de Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.

Biyografi

Boal’un tiyatroya olan ilgisi erken yaşta başlamasına rağmen üniversite diplomasını alıncaya kadar tiyatro yaşamı karmaşık olmamıştır.. Üniversiteden mezun olmasından sonra Boal’a güneydoğu Brezilya bölgesinde yer alan Sao Paolo’daki Arena Tiyatrosu’yla çalışması teklif edildi. Tiyatronun yeni türleriyle ilk karşılaşması işte bu zamanlarda olmuştur. Boal’ın öğretileri tartışmalara yol açmıştır ve bir entelektüel olarak o Brezilya askeri rejimine bir tehdit olarak görülmüştür. 1971’de tutuklanmış ve kendisine işkence edilmiştir. Ardından 1973 yılında ilk kitabı Ezilenlerin Tiyatrosu’nu çıkardığı yer olan Arjantin’e sürülmüştür. Daha sonrasında Avrupa’ya kaçmış ve Paris’te yaşamıştır. Orada Ezilenlerin Tiyatrosu’na birçok merkez açarak 12 yıl boyunca tiyatroya devrimci yaklaşımını taşıdı ve 1981’de Ezilenlerin Tiyatrosu için ilk uluslar arası festivali düzenledi.

Brezilya’nın askeri diktatörlüğünün düşüşünden sonra Boal bugüne kadar yaşadığı yer olan Rio de Janeiro’ya döndü. Burada Ezilenlerin Tiyatrosu için genel merkez kurdu ve halk tabanlı projelerini geliştirme amaçlı bir düzine kampanya başlattı.

1994 yılında Boal; Unesco Pablo Picasso ödülünü kazandı. Ağustos 1997’de Chicago, Illinois’te olan ulusal müzakeredeki yüksek eğitimli tiyatro topluluğu tarafından profesyonel başarı ödülüne layık görüldü. Ayrıca Boal 21. Yüzyıldaki üretkenliğin artışının arkasındaki en büyük ilham kaynağı olmuştur.

Nisan 2008
’de Dundalk Teknoloji Enstitüsü; Boal’u ‘’Barış ve Demokrasi için çapraz kenar ödülüne layık görülmüştür. (*)

Augusto Boal: Bazı insanlar tiyatro yaparken biz tamamen tiyatroyuz.

Oğuzhan Dalgıç
Çeviriren

(*)(Ödülün ismini böyle çevirebildim başka bir anlam kastedilmiş olabilir )

evetbenim.com


Türkiye Tiyatrolar Birliği’nin Dünya Tiyatro Günü bildirisini
bu yıl Temel Demirer kaleme aldı.

Temel Demirer

BUGÜN 27 MART 2009, DÜNYA TİYATRO GÜNÜ!

TEMEL DEMİRER

“A formula must be as simple

as possible, but not simpler.”[1]

Ataol Behramoğlu’nun, ‘Şiir’indeki dizelerle “Esirgeyen, bağışlayan aşk adına/ Esirgemeyen, bağışlamayan ölüme karşı”, bugün 27 Mart 2009, Dünya Tiyatro Günü.

Haydi perdelerimizi bugün, sürdürülemez kapitalizmin kriziyle debelenen dünya ve Türkiye’de, “aşk” adına, “ölüme karşı” açın… Sahnelerimizi sokaklara taşıyın veya sokakları sahnelerimize…

Alâmetler belirmişken şimdi bunun tam zamanıdır; hayır, artık daha fazla geç kalamayız.

Çünkü tiyatro sadece tiyatro değildir ve olamaz da.

Eğer tiyatro, tiyatroluğuna ihanet etmeyecekse; sahnelerimizi sokaklara, sokakları sahnelerimize taşımanın tam zamanıdır…

Buna zorunluyuz…

* * *

Tekrarlayarak ilerleyelim: Toplum belleğini, tiyatro aracılığıyla kazanır.

Tiyatroyu yaşanır kılan doğrudan yaşanmakta olan gerçeklikle ilintisidir ki, bu da tiyatronun direnişe dönüşmesini sağlar.

İnsani bir özgürleşme alanı olarak tiyatro, özgür eylemin önünü açan “mucizevi” bir güçtür.

* * *

Tiyatronun çabası dünyayı daha yaşanabilir kılmaktır.

Tiyatronun tiyatro olmaktan dolayı yüklendiği sorumlulukları vardır; bunlardan vazgeçmek onu kendisi olmaktan çıkarır.

Tiyatronun sorumluluklarından birisi, baskı ve sömürünün yabancılaştırdığı insanı arayıp, bulmaktır.

* * *

Bilinsin ve asla unutulmasın: Hayal gücünü yitirmiş, bunalan/ bunaltan bir “tiyatro”, tiyatro olarak anılmayı hak edemez. Tiyatro sanatı, yaratıcı/ başkaldıran insan(lık)dan, ezilenlerden beslenir, beslenmek zorundadır…

Bunun için tiyatro ezilenlerin yaratıcı-yıkıcılığının sahnesi olmalıdır.

Çünkü tiyatro, sürdürülemez kapitalizmin geleceksizleştiriciliği karşısında, ümitsizliğin reddidir.

Çünkü tiyatro için oyun daima yeniden başlar; kapatılan perdeler her daim açılır…

Bunun içindir ki Augusto Boal, “Farkında olunmasa da insan ilişkileri teatral bir yapı izler” der ve ekler: “Bizi var eden tiyatrodur.”

Evet, evet ezilenlerin tiyatrosu insani özgürlük yoludur, kürsüsüdür…

Tam da bunun için tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, ezilenlerden yana yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Yani ezilenlerin tiyatrosu çağının büyük olaylarına tanıklık etmek zorundadır!

Dedik ya Tiyatro “Anne Bak Kral Çıplak” diye haykırabilen çocuksu naiflikle, “insan’ı bulmaya yönelik bir macera”dır; veya böyle tanımlanabilir.

Yoksa… Yoksa tiyatro “olmaz”, “olamaz”…

* * *

Düşünür-eleştirmen Bernard-Henri Lévy’nin deyişiyle, “Tiyatrosuz modern toplum yok ve olamaz”ken; sürdürülemez kapitalizmin kriziyle sarsılıp, savrulan dünyanın gidişatı, tiyatroda yeniden ve esaslı olarak ezilenlerden yana duran bir politikaya, politik konulara dönüşü gerektiriyor; tiyatrocuları buna zorluyordu.

“Neden?” sorusunu, Wassily Kandinsky şöyle yanıtlar:

“İzleyiciler, kendilerinden daha yüksek ideallere sahip olup, hayatına dair şeyleri yansıtmayan amaçsız bir sanat üreten sanatçıdan uzaklaşır.

Sanatçının yansıttığı şeyi hissetme, izleyicinin, sanatçının bakış açısından eğitimidir. Sanat yalnızca zaten açıkça hissedilmiş olan sanatsal bir duygu yaratabilir…”

* * *

O hâlde kriz koşullarında öne çıka(rıla)n gerçeğe aldanmayan, onun arkasına bakan, bakması -mutlaka- gereken tiyatro; bizlere, kriz günlerinde sihirli reçeteler öneremez belki.

Ama yeni dünyayı, hayallerini, ütopyalarını hatırlatabilir; herkese, hepimize…

Yani dünyayı, toplumu ve insanı farklı bir açıdan göstererek; kapitalizmin insan(lık)a “olağan” diye sunduğu, oyunu bozabilir, bozmalıdır da…

Kriz günlerinde tiyatro, bunun için vardır; “piyasayı” reddederek var olmalıdır…

* * *

“Piyasa”, “olağan” denilen düzen(sizlik), vd’leri… Tiyatro bunlarla barışamaz; tiyatro için parayla sanat “yapmak”, “satmak” mümkün değildir.

Tiyatro anlamak ve anlatmak içindir; nefes almak, direnmek, haykırmak içindir…

Olması gereken tiyatronun ödemesi olmaz. Çünkü Babür Pınar’ın ifadesiyle, “Sanat yaratıcılığı metalaştığı ölçüde sıradanlaşır.”

Tiyatro hep, insan(lık)tan yana muhalefet eder; itirazın, “Hayır”ın, eleştirinin önünü açar…

* * *

“Neden” mi?

Antik Yunan Tiyatrosu’ndan bugüne, insan aramanın etkin yollarından birisidir tiyatro da ondan…

Bu bağlamda tiyatronun, piyasa tarafından popüler kültüre endekslendiği açmaza teslim olmamalı, onu aşmalıyız…

Postmodern kırılmalar, postmodernin sonunu getirmişken; bir kez daha insan(lık)dan yana olan, duran sanatın/ sanatçının gücünü anımsamalıyız.

“İzm” olarak post-modernizm, kapitalizme ait bir ideoloji; hem tüketim toplumu modelinden beslenen, h
em de onu besleyen bir ideoloji; yani kentli yığınlara gösterilen bir oyun bahçesi olarak, “No problem” ve “Lay lay lom”dur!

Ezilenlerin tiyatrosu bu zırvalarla daha fazla uğraşamaz, uğraşmamalıdır da.

Ve nihayet tiyatro yeniden insan(lık)dan yana olan yıkıcı-yaratıcılıkla buluşabilir, buluşmalıdır da.

* * *

Bu uğurda “perdeciler”den yadigâr ısrarla sahneleri sokaklarda kurarken, insan(lık) var olduğu sürece tiyatronun ölmeyeceği inancı/bilinciyle, ezilenlerin tiyatrosunu yapmalıyız…

Tiyatronun insan(lık)a çağrı olduğunu unutmadan; iktidarın bu alanı temellük girişimlerine, tiyatro sahnesinin karartılmasına karşı çıkmalı; insan(lık)dan yana muhalif tiyatrolarla çoğalmalı, muhalif tiyatroları çoğaltmalıyız…

* * *

Çoğalırken geçmişi geleceğe bağlayıp; yılların üstümüzde biriktirdiği sahne tozunu, rengi solan eski fotoğraflardan geriye kalanları unutmayıp/ unutturmamalıyız…

Meyerhold’un tiyatro arayışlarının kökenlere yönelmesi konusunda söylediği çok güzel bir sözü vardır: “Tiyatroda gelenekler devrimcidir” der.

Durmadan bu sözü terennüm ederken; “Perdeci”den yadigâr kalan(lar)ı, geleceğe bağlamalıyız: Örneğin Şehr-i İstanbul’u ve Gedikpaşa Tiyatrosu’nu… Güllü Agop’un “Osmanlı Tiyatrosu”nu… Ermeni sanatçıların katkısını… Melodram ustası Mardiros Minakyan’ı… Ahmed Vefik Paşa’nın Molière uyarlamalarına ağırlık veren Tomas Fasulyeciyan’ı… Batı tiyatrosuyla geleneksel tiyatroyu birleştiren tüluatı… 1875′lerdeki ustalarından Kavuklu Hamdi’yi… Muhsin Ertuğrul’u ve ötekilerini…

* * *

Hayır hiç birini unutup/ unutturmayacağız…

Tiyatronun “işini” piyasa cambazlarının bitirmesine göz yummayacağız!

Çünkü tiyatronun, insan(lık)ın toplumsallaşmasında, dünyayı değiştirmesinde, asla başka bir şey tarafından doldurulamayacak başat bir yeri var…

* * *

2009′un Dünya Tiyatro Günü’ndeki “Çağrı”mız, bir “dilek ve temenniler” bildirgesi olmaktan ötede bir tavır deklarasyonudur…

İşte burada çağrılar anımsanmalıdır: Tıpkı 1967 yılı Bildirisi’nde, Bertolt Brecht’in eşi ve Berliner Ensemble’ın ünlü oyuncusu Helena Weigel’in, “Tiyatro ve tiyatroya yakın sanatların, insan topluluklarına karşı üstlerine aldıkları görev ve sorumluluklara yeterince önem vermediğini” vurgulayarak, “Bizler, tiyatro insanları, kendimize özgü araçlarla dünyamızı yaşanabilir bir duruma getirmeye çalışıyoruz. Tiyatro ile ilgilenmemizin anlamı, yine ve her zamankinden çok, insana barış dolu bir ‘bugün’ ile insanın insan için yardım, dayanışma kaynağı olacağı dostluk dolu bir gelecek hazırlamaktır,” diye eklemesi gibi.

Weigel’in “barış” özlemine, Miguel Angel Asturias imzasını taşıyan 1968 yılı Bildirisi’nde “Kardeşi kardeşe öldürten savaşlara, insanın yok edilmesine, ırk kırımına ve insanları ortadan kaldırmanın bir başka biçimi olan ekonomik tıkanıklığa karşı çıkma” çağrısı eklenir.

Peter Brook’un yazdığı 1969 yılı bildirisinde ise tiyatronun ilerici-devrimci niteliği vurgulanır.

Tiyatronun ilerici gücünün devlet gücüyle bastırılmaya kalkışılması Eugene Ionesco tarafından -1976 Bildirisi’nde de- eleştirilir: “Politikanın kuruntulu, temelsiz düşünceli kimseleri, tiyatroyu ellerine geçirmek ve onu kendi amaçları için araç gibi kullanmak istemişlerdir. (…) Toplumun yapma bir üstün kuruluşudur devlet. Toplum değildir.(…) Politika adamları tiyatro sanatının hizmetinde olmalıdırlar. Bütün çabaları, tiyatro sanatının özgür gelişmesini sağlamak olmalıdır.”

Nihayet Bertolt Brecht, tiyatro yoluyla dünyayı onarma adına, tüm sanat insanlarının yapması gereken -emekçi sınıfından yana- bir “seçim” gerekliliğinin altını özenle çizerek der ki: “Sanat da seçimini yapmalıdır. Sanat ya körü körüne bir inanışla kaderini bir azınlığa bağlar ve onun aracı olur ya da çoğunluğun tarafına geçerek kaderini ona bağlar. Ya insanları düşlere sürükler ve onları uyutur, bilgisizliği arttırır ya da insanları gerçeklere yöneltip bilgiyi çoğaltır. Ya yıkıcı yanları ağır basan güçlere ya da yapıcı ve ilerici güçlere seslenir.”

* * *

Tiyatroyu tiyatro olmak çıkartan fahiş bir yanılgıya, “serbest piyasa” müdahalesine karşı; 2009′un kriz günlerinde tiyatronun tiyatrodan öte bir şey olduğunu hatırlamalı/ hatırlatmalıyız yeniden…

13 Mart 2009 15:18:19, Ankara.

[1] “Bir formül mümkün olduğu kadar yalın olmalı, ama daha yalın değil!” (A. Einstein.)

TEMEL DEMİRER

Temel Demirer kendini nasıl tanımlıyor?

“Yalnızca bir kez dilim tutuldu. Biri bana, ‘Sen kimsin?’ diye sorduğunda,” diyen Halil Cibran ne kadar da haklı… Çok “kazık” bir soru bu…

Hâlâ “Tek yol devrim” diyen; Filistin’de tankın önüne sapanıyla dikilen çocuğun cüretine hayranlık duyan; Che’nin Bolivya’da ölmediğini, bir Condor olup tüm dünyayı özgürleştirmek için gökyüzüne çıktığını söyleyen Valle Grande’li köylüye inanan; unutmayan, unutmanın ihanet olduğundan şüphe duymayan; Sibel’e sevdalı sıradan biri desem yeter mi?

“Yetmez” derseniz sözü, 11 Ocak 2004 tarihinde kaleme almak zorunda kaldığım, böyle durumlarda da, müracaat ettiği “Özgeçmişim”e bırakıyorum…

“Özgeçmiş’im istendiğinde önce şaşırdım…

Ardından da başladım kara kara düşünmeye: Ne diyebilirim diye?

Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve ‘şık’ olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm…

Ne yazacağımı kestiremedim…

Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım…

‘İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,’ diyen(lerden);

dünyaya aşağıdan bakan(lardan);

kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);

yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);

ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);

John Maxwell’in, ‘İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı b
ilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar…’; Bertolt Brecht’in, ‘Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez’; V. İ. Lenin’in, ‘Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,’ sözlerine müthiş değer veren(lerden);

sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);

bir afet-i devrana aşık olan(lardan);

hâlâ ‘tek yol devrim’ gerçeğine bağlı olan(lardan);

ve nihayet ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!’ diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim…

54 tevellütlüyüm… Kemal’den olma Necla’dan doğmayım… Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım…

Okur yazarım…

Ve nihayet hâlen ’sakıncalı’ dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım…”

 


Nedret Güvenç

2009 Dünya Tiyatro Günü Bildirisi
Nedret Güvenç

Ben bir tiyatro oyuncusuyum. Bütün dünyam tiyatrodur. Gücümü sahne ışıklarından alırım.

Ben bir sahne işçisiyim, bir ağır işçi. İşim gereği gece-gündüz çalışırım; buradan sizlere en güzel, en doğru, en çağdaş ve gerçekçi bir oyunla ulaşmak için. Bir oyun, bir oyun daha, bir oyun daha… Böyle mutlu geçen ömrüm, yeter ki siz burada olun ve birlikte kotaralım oyunumuzu. Birlikte gülelim, birlikte ağlayalım, birlikte coşalım, şaşalım, sevinelim ve birlikte düşünelim. Oyunun sonunda tiyatronun o vazgeçilmez gizemi içinden, alkışlarınızla, birlikte uyanalım. Güzel bir oyun sonrasının tatlı yorgunluğu içinde zevkle göz göze gelelim.

Bu gece oyunumuzu her zaman olduğu gibi gene sizin şerefinize oynuyoruz ve 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nü birlikte kutluyoruz. Bize katıldığınız için sonsuz teşekkürler.

Şimdi biraz dertleşelim: Son yıllarda Türk Tiyatrosu adına olumlu-olumsuz pek çok konuşmalar yapılıyor.

Kimileri seyircinin giderek düzeysiz komedilere şartlandırıldığını, hele hele özel tiyatroların, gişe kaygısı nedeniyle, ucuz prodüksiyonlarla yetinmek zorunda kaldıklarını, bunun da sanatsal bir erozyon olduğunu savunuyor. Kısmen doğru olabilir ama, tüm yokluklara karşın sanat heyecanı ile hala perde açabilen özel tiyatro yapımcılarımızın ve sanatçılarımızın verdikleri mücadele göz ardı edilemez.

Bazılarıysa, "Güldürü, güldürü, güldürü!" diyor. "Seyirci artık gülmek istiyor, düşünmek istemiyor"diyerek seyircilerimizi küçümsüyor.

Gene bazıları da, "Maaşlı memurdan sanatçı olmaz" diye ödenekli tiyatrolarımızı hedef alıyor. Oysa onların “ana tiyatro” niteliğini ve Türk Tiyatrosu’nun kurucusu olduğunu unutuyor. Oradan yetişen birbirinden değerli büyük sanatçıların varlığını görmüyor.

Bazı güzel insanlar da başlangıçtan bu yana Türk tiyatro sanatçılarının içinde çok büyük yetenekler olduğunu savunuyor ki aynı kanıdayım.

En ilginç olanı da, bazı çok bilirler, "Artık hiç kimse tiyatro yazmıyor, tiyatro yazarlarımıza ne oldu?" diye bir yanılgıdan yola çıkıyor. Bu çok önemli; çünkü yazarsız tiyatro olmaz. Bence bunu birlikte çözeceğiz, ama önce yazarlarımızı dinleyerek. Çünkü çok değerli ve büyük tiyatro yazarlarımız var.

Bu arada bazı tiyatro severlerimiz, "Ah nerede o eski tiyatrolar! O eski oyunlar, o eski tiyatro sanatçıları!" diye yerinip yerinip duruyor. Oysa çevreye dikkatle baksalar gençleri görecekler. Bir değişimin, bir gelişimin yaşandığını fark edecekler. Genç tiyatrocular iş başında!… Hepsi de yetenekli, yürekli ve cesur. Bir araya gelip kendi özgün tiyatrolarını kuruyorlar. Yazıyorlar, oynuyorlar ve devamlı perde açıyorlar. Ben onlara “safkan tiyatrocular” diyorum. Ve gene diyorum ki, günümüzün sanal ortamlarına karşın, Türk Tiyatrosu tüm gerçekliğiyle dimdik ayakta. Yeni ve çağdaş bir Türk Tiyatrosu hızla kendini bütünlerken, taptaze ve kararlı bir “jön Türk” tiyatronun müjdesini veriyor. Çoğu tabuları yıkan bu özgür soluklu tiyatronun temelinde insanoğlunun gerçekleri var. Ama her şeyden öte, ülkemizin ve ülkemiz insanının iç güzelliği, kadirbilirliği, kaderciliği ama, en umutsuz anlarda bile, o şaşmaz iradesi, kararlılığı ve sağlamlığı var.

“Sanatçı alnında ışığı hisseden insandır,” diyor BÜYÜK ÖNDER… Bizler o ışığı sizlerden alıyoruz. Ve dünya durdukça, kim ne derse desin, her söze verilecek en doğru cevap buradan olacaktır, tiyatro sahnelerinden. Çünkü sizler buradasınız.

O halde çalsın son ziller!… Açılsın perdeler!

Nedret Güvenç : Özgeçmiş

5 Eylül 1930 tarihinde İzmir'de doğan Nedret Güvenç;Ankara Devlet Konservatuvarı'nda şan ve piyano eğitim alan sanatçı, tiyatroya ağırlık vermeye karar verdi. 1948'de İzmir'de tiyatroya başlayan Güvenç, İzmir Şehir Tiyatroları 1950 yılında kapatılınca İstanbul'a taşındı ve İstanbul Şehir Tiyatroları'na katıldı. 1959-1960 yılları arasında Ankara Devlet Tiyatrosu'nda da konuk oyuncu olarak sahneye çıkan sanatçı, daha sonra tekrar İstanbul'a döndü. Sayısız tiyatro oyununda başrol oynayan Güvenç'in bu dalda pek çok ödülü vardır.1974'te 'En Büyük Kumar' ile yönetmenliğe başlayan sanatçı, 1995'te emekli olduğu İstanbul Şehir Tiyatroları'ndan sonra 'Tiyatro İstanbul' bünyesine katıldı. "Bernarda Alba'nın Evi'nin yönetmenliğini yaptı. Hayri Esen ve Murat Arıburnu ile evlenip ayrıldı. 1959'da İlhan İskender Armağanı'nı kazandı.
Halen tiyatro çalışmalarına devam etmektedir. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır.

 

 

Haber Kaynak: Basın web derleme
Nedret Güvenç , Bildiri: İleti Haber: Tolga Savaşçı
27 Mart Tiyatrolar Günü Afiş Görsel Tasarım Serdal Kesgin
Haber Düzenleme: Tevfik Yalçın evetbenim

 Tiyatrolar Gününü kutlar, bu güne "Afiş" tararımı ile katkıda bulunan
sanatçımız Serdal Kesgin'e sonsuz teşekkür ederiz…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir