TANYERİNİN DOĞUM SANCILARI
2010 referandum oylaması sürecinde ben yalnızca Tevfik Fikret’i ve şiirlerini düşün-müştüm. Günümüzün gençlerinin artık tanımadıkları, anımsamadıkları, bilmedikleri “vatan şairi”ni: “Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk, eğer bu memleketin sislenen şu alın yazısı, sağlam bir elin güçlü, can veren sarsıcı bir dokunuşuyla silkinip şu donuk, şu paslı ulusun yüzü biraz gülerse…(…) Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler kıyametin doğuşuna dek sürmez…”
Kurtuluş Savaşı’mızın öncesinde oğlu Halûk’a böyle seslenen, gerçekte bu ülkenin gençlerine ve geleceğine çağrı yapan ve Atatürk’ün düşünce dünyasını büyük ölçüde etkileyen Tevfik Fikret bugün yaşasaydı, acaba ülkemizin bugünkü siyasal görünümü için neler düşünürdü? Güncel şiir dünyamızın çoktan dışında kalan şiirlerini, hangi düşünsel amaçla yazardı? Şiirlerinde, artık büsbütün kendi içdünyasının sınırları içinde dolaşmayı mı yeğlerdi, bugünkü şairlerimizin çoğunlukla yaptıkları gibi; yoksa toplumcu gerçekçi şiirler mi yazar, yine topluma yol göstermeye mi çalışırdı? Bence Tevfik Fikret; bir zamanlar yaptığı gibi yine gençlere seslenmeyi sürdürürdü. Çünkü o, her şeyden önce bir eğitimci, bir öğretmendi. O; batılı, laik, bilimsel bir eğitimi özleyen, çünkü çağdaş (batılı) uygarlığın temelini kuran gücün dinsel eğitimin yıkılmasına dayandığını kavramış bir aydındı.
Oysa çocuklara yazdığı şiirleriyle de çocuk edebiyatımızın öncü yazarı olan Tevfik Fikret; aydınlarımızca sürekli yerden yere vurulmuş, dinsizlikle, batıcılıkla suçlanmış, burjuva kişiliği, Tanzimatçılığı aşağılanmıştır. Özellikle solcu aydınlarımız onu açıkça yermekten kaçınmamışlardır. Örneğin Attilâ İlhan onun için şöyle der: “Fikret derseniz, sanatını, hürriyetçi bir bilimsellik uğruna kullanıyor; arzu ettiği çağdaşlaşmak, gel gör ki bütün kuşakdaşları gibi ‘komprador’ bir ilerici o da, çağdaşlığı Batı’yı taklit etmek sanıyor: Şiiri Coppee’nin şiddetli etkisindedir. Kullandığı dil, halkçı Akif’in tersine ‘seçkinci’ bir dil; benim diyen babayiğit, Osmanlıcasını sökemez. Benim ‘komprador aydını’ dediğim, halka biraz yukardan bakan onu ‘kurtarılacak bir kalabalık’ gibi gören aydınların, ilk örneklerinden! Milli sayılamaz pek, evrensellikle kozmopolitliği epeyce birbirine karıştırmış.” (Milliyet, 29.12.1985)
Tevfik Fikret’in batıdan aldığı özgürlük, eşitlik gibi burjuva (kentsoylu) değerleri yerden yere vuran Attila İlhan, acaba bir Türk aydını olarak kendisi ne yapmıştır? Fransız kentsoyluluğunu, oralarda yaşayarak özümsemiş, yapıtlarında Fransız edebiyatına yaslanmış, Osmanlıca dil kullanmış ve bir Fransız solcusu gibi yaşamıştır bu ülkede!
Bizim aydınlarımızın (solcularımızın da sağcılarımızın da) en büyük çıkmazıdır bu ülkede “Fransız” olmak; bugün de “Amerikan” olarak boy gösteriyorlar, ama yadsıdıkları tek kimlik, Türk olmak! Çünkü onlara göre Türk kimliği; burjuvadır, kapitalisttir ve bu kimliği Atatürk icat etmiştir! Oysa Türk kimliğini Atatürk’ten önce dile getirenler kökenleri ne olursa olsun yine kentsoylu aydınlarımızdır. Türk Ocağı’nda Diyarbakırlı sosyolog Ziya Gökalp bunu defalarca söylemiştir. Ayrıca kentsoylu olmak, ille de halka yukardan bakmak ve onu kurtarılacak bir kalabalık olarak görmek değildi! Kentsoyluluk, halkı (halkları), sanayileşmenin ürünü batılı burjuva değerleriyle tanıştırarak çağdaş uygarlığın yolunu açmaktı! Çünkü o uygarlık, bu değerler üzerine oturmaktadır: İnsan aklını dinsel inançların baskısından kurtarıp bilimsel gelişimlere açtığı yolla sanayi atılımını gerçekleştiren burjuvazi; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini insanlığın alnına kazımıştı! Türk’e düşen, bu ilkelerin ışığında bilimsel yolla kendi ülkesinin insanını aydınlatmaktı! Onun dinsel ve feodal yapısını değiştirerek bilimsel, laik bir yapı kazandırmaktı! Attila İlhan’ın komprador aydını dediği Tevfik Fikret’in amacı “halka yukardan bakmak” değil ona yol açmaktı. Bir öğretmenin görevi nedir? Eğitmek değil midir? Eğitim de bilimsel ve laik olduğu ölçüde çağdaş ve uygar olur.
Atatürk’ün temel olarak aldığı ve Anadolu’nun feodal yapıdaki halklarını (Kürt, Laz, Er-meni, Süryani, Gürcü vs.) tek bir kimlikte birleştiren Türk kimliği, gerçekten de kentsoylu bir bileşimin adıdır. Evet; Türk kimliği kentsoylu bir bileşimdir, ancak bugün cançekişen de işte bu kimliktir. Çünkü kentlerimiz ve kentleşme olgusu Türkiye’de, Atatürk’ün amaçladığı doğrultuda gelişememiş, özellikle doğu illerimiz feodalite batağından çıkamamış, bu illerden kentlere yığılan kitleler, feodal değerleri buralara taşımışlardır. Feodal yaşam değerlerinin büyük ölçüde dinsel temele oturduğunu görmeyen, daha doğrusu bunda bir sakınca görmeyen sol aydınlarımız da etnik kimliklerin savunuculuğuna girişmişlerdir. “Halkların özgürlüğü” düşüncesi, onlara burjuva- kapitalist düzene bir başkaldırı aracı olarak gözükmüş, din ve mezhep açmazında köleleşen, aşiret ve tarikat batağında boyun eğmiş kırsal kesim insanını burjuvaziye karşı kalkıştırmak, onlara özgürlük vermek anlamıyla birleşmiştir. Atatürk’ü burjuva-kapitalist, hatta diktatör olarak gören, Türk kimliğini savunan orduyu Atatürk’ün uzantısı faşist (kafatasçı) yapılanma sayan aydınlarımız, feodal yapıdaki dinsel kimliğinin ardına saklanan halklarımızla birleşmenin yolunun siyasal yönlendirmeden geçtiği düşüncesiyle, cumhuriyet yönetimini feodalleştiren bugünkü düzene alkış tutuyorlar. Gerçi ordunun faşizme kayan uygulamaları olmadı değil; 12 eylül 1980 darbesi bunun açık kanıtıdır, ancak bu uygulamalara karşı çıkmanın yolu kanımca hiçbir zaman batının laik ve bilimsel siyasal ilkelerinden halklar adına ödün vermek anlamına gelmez, gelmemelidir. Kapitalizme karşı çıkmak; orduyu yok edip Atatürkçülüğe başkaldırıp feodal dinsel/ mezhep-tarikat düzenini öne çıkarmak demek değildir. Oysa bugün tüm halkların özgürlük adına ve kapitalizme karşı kaydıkları temel, dinsel yapılanmadır. Halklar; kapitalist (ve sömürgen) düzenden kaçarken dinselliğe sığınıyorlar. Bu da zaten Batı’nın yeni oyunu: Batı, uygarlığını kimselere “kullandırmak” istemiyor, o bunu küreselleşme adı altında dünya halklarını sömürü aracı olarak yalnızca kendisi kullanmak istiyor. Bizim laik kentsoyluluğumuz, feodaliteden kurtulmamız Batı’nın işine gelir mi? Din batağına gömülelim de bizi daha iyi sömürsünler! Başımıza kırsal kimlikli dincileri musallat etmelerinin nedeni bu. Bunlar da Atatürk’ün “Batı’ya-emperya-lizme- karşın batılı –bilimsel ve laik; uygar olma” hedefini tersine çevirerek dindar ve feodal Anadolu insanını –aydınlanmacı ve Atatürkçü aydınlarımıza karşı kışkırtarak- molla yönetiminin yollarını döşüyorlar. Solcularımız da faşist ordumuza, burjuva adaletimize, yargımıza karşı çıktıklarını sanarak alkış tutuyorlar. (Bir başka örnekle; bugün “Arap Baharı” adı altında Ortadoğu ülkelerinde yaşanan da buna benzer bir durum: Diktatörler devriliyor, yerine geçen şeriatçılara Batılı ülkeler alkış tutuyor. Bu mudur demokrasi ve laiklik?)
Ben 13 eylül 2010 tarihinde, toplumumuza sunulan referandumun sonucunu dile getirmeyerek, neden bu satırları yazmıştım? Çünkü bu sonucunun nedenleri az önce dile getirmeye çalıştıklarımda saklı da ondan. Tevfik Fikret’leri komprador sayan aydınlarımız ve dönek solcularımız, bugün feodalite ve din batağına başını gömmüş, parçalanmanın eşiğindeki halklarımıza bakıp övünsünler, kapitalist- burjuva Atatürkçü düzeni yıktık diye… Hiç kuşku duymasınlar; Anadolu mollalarının onları tasfiyesi de yakındır. Tıpkı İran’daki gibi! Son olarak yine Tevfik Fikret’i anarken noktalayayım: “HEP KARDEŞİZ: Ne paşayız ne beyiz biz/ İlm aşıkı talebeyiz/ Ayrı gayrı ne bilmeyiz/ Farkımız yok biriz eşiz/ Hep mektepli, hep kardeşiz/ Beşiğimiz bu topraktır/ Bayrağımız bu bayraktır/ Ayrılık bizden ıraktır/ Farkımız yok biriz eşiz/ Hep Osmanlı, hep kardeşiz/ Yaratmış bizi yaradan/ Bir anadan bir babadan/ Aynı toprak aynı vatan/ Farkımız yok biriz eşiz/ Hep insanız, hep kardeşiz” Fikret’e dinsiz, evrensel vatansız, burjuva özentisi diyenlere duyurulur.
TANSU BELE